10 Ocak 2016 Pazar

KAR TATİLİ


Kışın daha ağır basıyor memleket hasreti. Buraya gelmek için geçerli bir sebebim bile olmadan önce “İzmir’e yerleşicem, zeytinyağlı yemekler yapıcam, beyaz uçuş uçuş elbiseler giyicem ve Ege kadını olucam!” derdim. Ankara’yı özlemek aklıma gelmezdi hiç. 

Gelip burada yaşamaya başladıktan birkaç sene sonra bir şey fark ettim, İzmir çok güzeldi, ama bu şehirde henüz anılarım yoktu. Burda hiç okulu kırıp şuraya buraya gitmemiştim, çocukluk merakıyla keşfettiğim şehir değildi burası. Zamanla asla da olamayacağını, büyüdüğüm şehrin de artık benim büyüdüğüm şehir olmadığını, değiştiğini anladım. Geriye de arada hatırlayıp gülümseyecek anılar kaldı, gelgit hafızam ne kadar saklayabilirse artık... 

Bu Pazar gecesi yine İzmir’in meşhur yağmuru sahnede. Dizime kadar komik desenli, çocuk çizmesine benzeyen plastik çizmelerimi giyip Cookie’nin tuvalet ihtiyacını görmek için yağmur çamur demeden çıkıyoruz. Söylenmiyorum, çünkü yağmurda toprak kokusu diye bir şey vardır numara verilmemiş dünya harikaları arasında. Kuk böcek kendine tuvaletini yapmak için köpek kriterlerine uygun bir nokta bulmak için toprağı, ben de ıslak toprak kokusunu almak için havayı kokluyorum. I-ıhh, gelmiyor toprağın kokusu. Elimde şemsiye, bileğime kadar suların içinde dönüp duruyoruz. 

Aklıma geliyor, ortaokulda şemsiyelerimizin üstü karla kaplanırdı, kirpiklerimiz de, ve kaloriferin üstüne ıslak bereleri, eldivenleri dizer kuruturduk. Rengarenk eldivenlerle dolardı kaloriferler. Tam okula vardığımızda gelirdi haber, okullar kar yüzünden tatil edilmiş. Servisler kalkana kadar kartopu oynardık. Kimse kardan korkmaz, karla oynadı diye hasta olmazdı. Ellerini sıcak değil, soğuk suya sokup ısıtman gerektiğini bilir Ankara’lı çocuklar. Biraz büyüyünce kardan kayan rampadan arabayı nasıl çıkarabileceğini, kış günü asla sileceklerden su püskürtülmemesi gerektiğini, ve buz pateni yapmayı. Belpa diye birşey vardı ya, onu bu kadar özleyeceğim de aklıma gelmezdi. 

Bazen patenli çocukları görüyorum sahilde ya da sokaklarda, roller patenle de buz pateniyle de iyi kayardım. Zor tutuyorum kendimi, Decathlon’a gidip bir çift roller alıp Cookie’yi sahile patenle yürütmeye çıkarmamak için. Keşke benden bir tane daha olsa da bana biraz gaz verse “Hadi yapalım!” diye...

Burada olmayı, zeytinyağlıları, sahilde, sürekli denize yakın olmayı, burada yaşama ve yaşlanma hayallerimi hala seviyorum. Geri dönmeyi hiç düşünmedim, zaten dönsem de Ankara benim eski Ankaram değil. Hatta daha büyük bir sorun var ki, dünya eski dünya değil. Eski çalıştığım şirkette değişime ayak uydurmanın önemli olduğunu öğretmişlerdi, dünya değişiyor, hepimiz de ayak uydurmuş görünüyoruz. Hepimiz biliyoruz normal veya doğal hayatlar yaşamadığımızı, her saniye duyduğumuz korna seslerinden yediğimiz yemeklere,ekonomik kaygılara, ülkenin geleceğinden yıllarca bir arada yaşamış insanların bir bir gruplanıp etiketlendiğine kim gerçekten ayak uydurabiliyor ki? 

O zamanlar Yılmaz Erdoğan henüz terörist ilan edilmemişken şiirlerini yazardık defterimize, otlu peynir kokusuydu çocukluğu. Benimki de kalorifer üstündeki eldivenlerdi. Keşke okulları değil, değişimi tatil etselerdi, değişmeseydik...

3 Ocak 2016 Pazar

UZAY MEKİĞİ


Kış  pek kimsenin favori mevsimi sayılmaz. Bana göre tek çekilir hali evden olabildiğince az çıkarak ( iş ve Kukişin gezmesi hariç hiç demek oluyor bu) kalorifer peteklerinden birine yapışmış vaziyette kitap ve internetten izlenen dizilere sarmak ve arada yemek yemektir. 

Yılbaşının ilk günlerindeyiz. Kötü bir seneyi geride bıraktık, kötü olan şeyler de keşke biten sene gibi geride kalabilseydi. Öyle olmadı. Yeni yılın ilk günü çatışma, ikinci günü şehit haberleriyle başladı haberler. 

Uzun süredir başka bir dünyaya gidecek bir uzay mekiği arayışındayım. Kaçmak istiyorum artık, delirmiş dünyadan kaçıp yeni bir gezegende yeni bir başlangış yapmak. Dün akşam eve geldiğimde aradığım uzay mekiğini buldum. Elime aldığımda burun kıvırmıştım ama bir kadeh kırmızı şaraptan sonra karmaşık şeylerle uğraşamayacak kadar gevşemiş halde sayfalarını çevirmeye başladım. Ara verdiğimde saat geceyarısını birkaç saat geçmişti. Salonda kalorifer peteklerinin önündeki yer minderlerinin üstünde saatler geçirmişim 

Küçücük bir çocukken yaz tatiline gittiğimizde denize girmekten arta kalan zamanlarda bir paket kakaolu bisküvi ve bir kitapla zaman geçirmek bana dünyanın en güzel şeyi gibi gelirdi, öyle ki, okul gibi sorumluluklarımın ve beni kitap okumaktan alıkoyan zamanımı çalan şeylerin olmadığı bir hayat hayal ederdim. Sonra yerimde uzanıp kitap okuyup kakaolu bisküvi kemirerek kısa zamanda obez olup, yattığım yerden beni vinçle kaldıracaklarını düşünürdüm. Başka hiçbir şeye gerek yoktu o zamanki düşüncelerime göre, kitaplar ve kakaolu bisküviler yeterliydi. Tabi bir de vinç olmalıydı yedekte. 

Zaman geçti, şimdi bu minderin üzerinde uzanmış, aynı yirmi dört saat geçmeden merakla ve büyük keyifle okuyup bitirdiğim kitaptaki gibi bir kitabevinin hayalleriyle uyumak istiyorum. Hava soğuk, hatta Kukiş’le çıktığımızda yağmur da başlamıştı. Dışarıda olan evsiz insanlar, kimsesiz hayvanlar ve doğuda yaşanan iç savaşa çare göndermesi için dua ediyorum. Sokak kedileri için ev yaptım, kimsesizler ve savaş için elimden ne geleceğini bilmiyorum. 

Bir seferinde bana bir kitap hediye edilmişti. Benim gözümle gördüğüm dünyamın biraz farklı olması nedeniyle “tam benlik” bulunmuş bir kitaptı ve büyük bir talihsizlikti bu yorum çünkü kitap savaş övgüsü ile doluydu. Hafif şiddet eğilimleri gösteren birisi olsam da asla savaş ve kahramanlık hikayelerine tahammül edemiyorum. İç dünyamı kararttıklarını, televizyon karşısına geçip Müge Anlı programları izleyen kadınların ordakilerden öğrenip kendileri de bağırarak konuşmaya başlamaları gibi ufak ve dışarı yansımayan şeyler de olsa insanın içinde bir yerlerde biriken kavga, düşmanlık ve kahraman olmak için bir şeyleri öldürmek gerektiği mesajına geçit veremem. Benim iç dünyam barış dolu olmalı. 

Sonuçta ben elimde güzel bir hikayeyle yirmidört saati huzur içinde geçirdim. Bir kitabın size neler hissettireceğini hiç bir zaman bilemezsiniz. Bilmenin tek yolu sayfaların içinde kaybolmaktır. Bir Pazar günü bu kadar lezzetli geçemezdi sanırım, dizlerimin dibinde kıvrılmış Kuk böcek, kitabım, ilk defa pişirdiğim bir yemek ve bir de radyodan gelen sesler. 

Her kadının bir mutfak radyosu olmalı. Yine ben çocukken, Tunalı’daki evimizde vardı. Eski, dışında deri kılıfı olan bir antenli radyo. Annem mutfakta olduğu süre boyunca çalardı. Bazen haberleri televizyon yerine radyodan dinlerdik , bazen de radyo tiyatrosu olurdu. Bir de çocuk şarkılarının olduğu çocuk programları. Mutfakta işini görürken bunları dinlemek anneme ne kadar sıkıcı gelmiştir bilemiyorum ama ben bugün kitabımı okurken radyoda çalmaya başlayan çocuk şarkıları da geçmişe kısa bir yolculuk yaptırdı. 

Hayat ne garip, gitmek istediğin dünyaya seni bir kitap götürebiliyor ve çocukluğuna da bir mutfak radyosu...