Kışın daha ağır basıyor memleket hasreti. Buraya gelmek için geçerli bir sebebim bile olmadan önce “İzmir’e yerleşicem, zeytinyağlı yemekler yapıcam, beyaz uçuş uçuş elbiseler giyicem ve Ege kadını olucam!” derdim. Ankara’yı özlemek aklıma gelmezdi hiç.
Gelip burada yaşamaya başladıktan birkaç sene sonra bir şey fark ettim, İzmir çok güzeldi, ama bu şehirde henüz anılarım yoktu. Burda hiç okulu kırıp şuraya buraya gitmemiştim, çocukluk merakıyla keşfettiğim şehir değildi burası. Zamanla asla da olamayacağını, büyüdüğüm şehrin de artık benim büyüdüğüm şehir olmadığını, değiştiğini anladım. Geriye de arada hatırlayıp gülümseyecek anılar kaldı, gelgit hafızam ne kadar saklayabilirse artık...
Bu Pazar gecesi yine İzmir’in meşhur yağmuru sahnede. Dizime kadar komik desenli, çocuk çizmesine benzeyen plastik çizmelerimi giyip Cookie’nin tuvalet ihtiyacını görmek için yağmur çamur demeden çıkıyoruz. Söylenmiyorum, çünkü yağmurda toprak kokusu diye bir şey vardır numara verilmemiş dünya harikaları arasında. Kuk böcek kendine tuvaletini yapmak için köpek kriterlerine uygun bir nokta bulmak için toprağı, ben de ıslak toprak kokusunu almak için havayı kokluyorum. I-ıhh, gelmiyor toprağın kokusu. Elimde şemsiye, bileğime kadar suların içinde dönüp duruyoruz.
Aklıma geliyor, ortaokulda şemsiyelerimizin üstü karla kaplanırdı, kirpiklerimiz de, ve kaloriferin üstüne ıslak bereleri, eldivenleri dizer kuruturduk. Rengarenk eldivenlerle dolardı kaloriferler. Tam okula vardığımızda gelirdi haber, okullar kar yüzünden tatil edilmiş. Servisler kalkana kadar kartopu oynardık. Kimse kardan korkmaz, karla oynadı diye hasta olmazdı. Ellerini sıcak değil, soğuk suya sokup ısıtman gerektiğini bilir Ankara’lı çocuklar. Biraz büyüyünce kardan kayan rampadan arabayı nasıl çıkarabileceğini, kış günü asla sileceklerden su püskürtülmemesi gerektiğini, ve buz pateni yapmayı. Belpa diye birşey vardı ya, onu bu kadar özleyeceğim de aklıma gelmezdi.
Bazen patenli çocukları görüyorum sahilde ya da sokaklarda, roller patenle de buz pateniyle de iyi kayardım. Zor tutuyorum kendimi, Decathlon’a gidip bir çift roller alıp Cookie’yi sahile patenle yürütmeye çıkarmamak için. Keşke benden bir tane daha olsa da bana biraz gaz verse “Hadi yapalım!” diye...
Burada olmayı, zeytinyağlıları, sahilde, sürekli denize yakın olmayı, burada yaşama ve yaşlanma hayallerimi hala seviyorum. Geri dönmeyi hiç düşünmedim, zaten dönsem de Ankara benim eski Ankaram değil. Hatta daha büyük bir sorun var ki, dünya eski dünya değil. Eski çalıştığım şirkette değişime ayak uydurmanın önemli olduğunu öğretmişlerdi, dünya değişiyor, hepimiz de ayak uydurmuş görünüyoruz. Hepimiz biliyoruz normal veya doğal hayatlar yaşamadığımızı, her saniye duyduğumuz korna seslerinden yediğimiz yemeklere,ekonomik kaygılara, ülkenin geleceğinden yıllarca bir arada yaşamış insanların bir bir gruplanıp etiketlendiğine kim gerçekten ayak uydurabiliyor ki?
O zamanlar Yılmaz Erdoğan henüz terörist ilan edilmemişken şiirlerini yazardık defterimize, otlu peynir kokusuydu çocukluğu. Benimki de kalorifer üstündeki eldivenlerdi. Keşke okulları değil, değişimi tatil etselerdi, değişmeseydik...