30 Aralık 2015 Çarşamba

YENİ YIL DİLEĞİ


Ne bir insanın hayatında, ne de dünyada ya da bir parçasında herşey bir günde değişmez. Günü yirmidörde bölüp adına saat demek, aylara isimler takmak ve takvim denen şey insanın icadı. Dolayısıyla insan icadı takvimin 2015 yılının bitmesiyle değişmeyecek hiçbir şey. 

Gidişe bakmak lazım hep, baştan beri nerdeyiz, nerden nereye geldik ve nereye gidiyoruz? Nokta değil, çizgi önemli, iniş, çıkış, hedef ve gidişat.

Dünya üstünde iki tip insan gördüm ben, “konuşanlar” ve “yapanlar”. Yapılacakları düşünmek için çok zaman oldu, umarım ve sanırım 2016 yeni bir başlangıç olacaksa, yapanlardan olmanın başlangıcı olmalı. Ertelenen isteklerin, vazgeçilmesi gerekenleri geride bırakmanın, yaraları kapatmanın, bol bol seyahat etmenin, tekrar fransızca çalışmanın, yarıda kalmış hikayelerin devamına doğru yürümenin , yeni hikayeler için yeni dövmeler yaptırmanın başlangıcı olsun mesela. Kendini daha iyi bilmekten, dünyayı öğrenmekten, öğrendiğini sevmekten, özlemi, soğuğu, yalnızlığı bile hissedebilen uzuvlarımıza şükretmek gerektiğini anlamaktan, dengeyi bozanın ve düzeltenin kendin olduğunu bilerek yaşamaktan, mutluluğunla birilerinin üzülebileceğinin bir tokat gibi iki satırda yüzüne çarpılabileceğinden nereye yolculuk? Hayat bir hediye paketi, kutu içinde kutu, kurdaleyi açtıkça içinden çıkacak sürprizleri kim bilebilir? Bilsek zevki olur mu? 

Öyle güzel ki yaşamak, 95 yaşında her tarafı hasta olup bir tane daha nefes alabilmek için gayret eden insanlar gördü gözlerim, dağın başında günlerce aç yaşayıp, eziyet görüp hala hayata sıkı sıkı sarılmış hayvanlar gördü gözlerim, dünyayla birlikte güneşin etrafında henüz bir tur bile atmamış bebeklerin mutluluğu ve umudu kaybetmemişliği vardı nefeslerinde. Ve  herşeyi olup içindeki yaşam ışıltısını kaybetmiş insanlar da gördü gözlerim, kendinden başkasını görmeyen, duymayan, hissetmeyen insanlar... Korkmayan, yaşayan, deneyenlerin, kendisiyle birlikte koşanların bu hayat. Sahip olduklarını kaybedince senden geriye ne kalır? Mesela alışveriş manyaklığını bırakıp, boyalarını silip kaybetmekten en korktuğun saçlarını kısacık kestirince kendini daha az beğenip daha az sevmiyormuşsun, bunu öğrenmeye de değerdi. Dünyada bir insanın içinde dışında keşfedecek ne çok şey varmış, önemli olan merakını kaybetmemek.

Hayal kırıklıklarını yaşama sevincine döndürebilen insanların hakkı gülücükler, öğrenilmiş çaresizliklere sarılıp kendini sınırlayanların değil. İki tip insan var, konuşanlar ve yapanlar, ellerim ne yapmayı beceriyorsa yaptım ben bu yıl. Bir yelkeni kavrayıp rüzgara bıraktım kendimi, boyadım, yazdım, pişirdim, ellerimi açıp dualar ettim. Elleri olmayan köpeklerin fotoğraflarını çektim. Sokak kedilerine yuva yaptım, birinin gözyaşlarını sildim, avucumun içinde yaşamı tuttuğumu hissettim. Yaşanan değil, hissedilen kalıyor geriye, ben bu insan icadı zaman diliminde güzel yaşadım. Endişelere direndim, kendimi korumayı öğrendim, beynimin içindeki düşmanla kavga ettim, güzelliklere yer açtım. Yeni yıldan değil ama gelecekten dileğim, yaşamayı ve sevmeyi ve yaşamayı sevmeyi hepimize öğretmesidir. Herkese mutlu seneler...


12 Kasım 2015 Perşembe

LİDYA


Delirmek zor zanaat, bir zamanlar sadece hobi olarak delirirdim. Çıraklık, ustalık dönemlerimden, içine kapanık çocukluğumdan, sosyal böcük haline gelip bin bir çeşit insan tanıdıktan sonra envai çeşit ruh hastalığını keşfedip stabil narsist olarak hayatıma devam etmekteyim. 

İnsanın kendini bilmesi iyi bir şey, daha iyisi, insanlar yazarak kendini ifade ettiğini düşünürken hayatında yazarak kendini sakladığını bile bilebilen çok akıllı birilerinin olması. 

Benim bir ruh halim var, bu aralar çok geliyor üzerime. Yapmam gereken bir sürü iş varken, yetişemiyormuşum, zaman benden daha deli koşuyormuş da, hayatımın arkasında kalıvermişim gibi. Sabahları gözümü açtığımda başlıyor yapmam gerekenlerin resmi geçidi. Geçen gün yarışa giderken hatta yolda üstüme öyle bir çöktü ki, ışık yeşile döndü, ben kalkamadım. Panik atak krizi böyle bir şey midir acaba? 

Yapılması gereken tek şey yavaşlayıp beklemek. İnsan ne kadar endişelense de yolun sonunda tek kapı var... 
🌼
Bir gün işteyim, annemle Nevriye abla aradı. Bizim sokak köpeklerimizden birisine yanlarında yürürken araba çarpmış. Ne yapacaklarını bilmez halde yardım arıyorlar. Köpek arabayla sürüklenmiş, havaya fırlamış ve refüje çarpıp sekmiş, biraz daha sürüklenmiş. O anda oraya gelip köpeği alabilecek bir özel veterinere ulaşamadıklarından hayvancığı belediye ekiplerine teslim etmişler, arkasından da gidip belediye veterineriyle görüşmüş, köpeğin durumuna bakmışlar. Biraz istişareden sonra uygun bir özel veterinere konaklamalı tedaviye çıkardılar bahsi geçen Çavuş isimli serseriyi. 

Çavuş iri, kulakları pislik insanlar tarafından yamuk yumuk kesilmiş, oyuncu, sevimli ve bir o kadar da havlak bir köpek. Klinik istirahatinde Bostanlı köpekçi camiasının sevilen köpüşü olduğundan klinikte ziyaretçileri ve bağışçıları oldu. Her giden, zıp zıp zıplayan hareketli Çavuş’un boynu bükük durduğunu, ayağa kalkmak istemediğini, önüne konan güzel etli mamaları yemediğini görüp endişelendi. 

Bu sırada yine Bostanlı’da sahil kesiminde yaşamakta olan tüm sokak köpekleri bir çok köpeğin karıştığı söylenen bir ısırma olayı nedeniyle bayıltılarak Rehabilitasyon Merkezi'ne alındılar. İmzalar toplandı, belediyeye mailler gönderildi, barınağa ziyaretçiler gitti kontrol amaçlı. Bu günlerde bayram tatili sırasında ben de birkaç arkadaşımla Ergenekon sanığı olarak tutukluluğu devam eden sokak köpeklerimizi ziyarete gittim. 

Barınaktan çıkacakken kalabalık bir aile geldi, içlerinde bir kız minicik birşey tutuyordu. Bir köpek yavrusuydu bu, ama daha çok fareye benziyordu, çünkü büyüklüğü bir fare kadardı. Bu köpeğin annesine araba çarptığını söylediler. Barınakta bir anne köpek varsa ona bakabileceğini düşünmüşler. Rehabilitasyon merkezi görevlisi yetkili veteriner olmadan yavruyu kabul edemeyeceğini söyledi. Biz de onu getiren aileye bu kadar küçük bir bebeğin burada bulunan köpeklerden hastalık kapacağını, burada yaşayamayacağını söyledik. Yavrunun fotoğrafları çekilip Facebook’ta gönüllü bakıcı veya süt anne arandı. 

Genç bir kız köpeği alabileceğini söyledi. Barınağa birisi vapur gibi bir BMW olan iki arabayla gelen aile köpeği gönüllüye götüremediğinden kız bu fare-köpeği almaya otobüsle gitti. 

Haftalar içinde bu tipsiz yavrunun bir ismi, fotoğrafları, eşyaları, elbiseleri, onu çok seven bir gönüllü annesi, bir de onu pek sevmeyen bir kedi bir köpek ev arkadaşı oldu. Anne sütü yerine bebek mamasıyla şırınga ve biberonla beslendi. Fare olmadığını ispatlamak istercesine sevimli ve minyatür bir tüy yumağı haline geldi. Bugünse, fareden evrilme tüy yumağı Lidya, fotoğraflarını görüp ona aşık olan yeni kalıcı ailesine teslim edildi. 
🌼
Çavuş’un başına gelen trafik kazasının onun klinik istirahatinde kalıp gözaltına alınmamasına, bizim bayramda sevdiğimiz mahalle köpeklerimizi görmek için RM’ye gitmemize ve Lidya’yla yolumuzun kesişmesine tesadüf mü denir bilemem. İki gündür Lidya’nın fotoğraflarını görüp onu almak isteyen insanların telefon ve mesajlarına yetişemiyorum. Ben Lidya isimli küçük farenin fotoğraflarına baktıkça, onun hikayesine bu kadar insanın nasıl dahil olduğunu, bir kenara bırakılsa 24 saati bile canlı çıkaramayacak küçücük hayat parçasının bu kadar istenen bir köpek haline gelişini kaderin dönemeçleriyle açıklayabiliyorum sadece. 
🌼
Ben Çelin, saklandığı ya da açıldığını kendi bile bilmeyen Şamaniçeyim. Bu da bugün artık yavaşlayıp bir nefes almam gerektiğini anlamamı sağlayan küçük hikayem. Bir gün arabanın direksiyonunda yığılıp kaldığınızda kendinize gelmenizi sağlayacak bir hikaye için üstünüze vazife olmayan şeylere burnunuzu sokmanızı şiddetle tavsiye ederim.

18 Ekim 2015 Pazar

YAVAŞ


Kendin için yaz dedi hocam bana. “İnsanlar dram okumayı seviyorlar, aşk ilgilerini çekiyor, ama daha çok  seks okumayı seviyorlar. Ben bunları yazamam ki. Acılara değil umutlara yakından bakmayı seviyorum ben.”
Sen kendin için yaz diyor ısrarla. 

Şu an geceyarısı. Ekim’in ortası. Bir çok yönden iyi ve birçok başka yönden kötü durumların da ortası. Onbeş gün önce gerçekleşen terör saldırısından sonra ülkemizde üç günlük yas ilan edildi tüm terör mağdurları için. Radyolar yayınlarını yavaşlattı, insanlar azıcık gülümsemeye çekinir oldular, kendi mutlulukları başkalarının acılarının yanında utanç verici bir durum gibi duruyor diye. Hava kapalıydı o haftasonu, İzmir ilk defa bu kadar gri. Yazılan çizilen, konuşulan herşeyin içerisinde milli felaket senaryoları var o günden beri. Böyle bir ortamda huzurdan, mutluluktan, gelecek güzel günlerden bahsetmek mümkün değil. 

O günden sonra muhteşem iki hafta yaşandı demeyi çok isterdim ama olmadı.  Fırça yedim, kabus gördüm, kolay kızdım, biraz küstüm. 

Şimdi bu hallerde arabesk yazılar yazmak için saha elverişli, kalede kimse yok ama ben o şutu çekmeyeceğim. 

Birşey öğrendim ben, bir komut, kendi kendime veriyorum bu komutu: “Bekle!”

Cookie’ye öğretirken kolay olmuştu, sanırım köpeğim benden daha yetenekli beklemek konusunda. Elimde en sevdiği yiyecek varken onu oturtup, ben “gel” diyene kadar oturduğu yerde beklemesini birkaç tekrarda öğrenmişti. Bense sabırsız Şamaniçe olarak, beklemeye tahammül etmeyi çok daha zor öğrendim. Hala öğrenmeye çalıştığım bir diğer şeyse “yavaş!”.

Koşmam lazım, yürürken bile yavaş olamıyorum. Bana bilardo oynamayı öğreten arkadaşım saçını başını yolardı, yavaş vursam çok rahat yapacağım atışları aceleyle nasıl batırdığımı izledikçe. Sonra dövüşürken raundun başında hızla saldırıp ortasına gelmeden ringden emekleyerek kaçtım ilk antrenman maçımda. Dövüşmek bana çok şey öğretti, ringdesin, işte hayat: kaçmamak için yavaş ve akıllı oyna.   

Yavaş’ın ilk adımı beklemek. İçinde biraz düşünmek, biraz planlamak, biraz yapmadan önce denemek, biraz başkalarını izlemek vardır. Sonra bir gün yoga hocası benim gibi insanlar için yoganın yanında aktif bir spor yapmanın dengeyi sağlamamda yardımcı olacağını söyledi. Şimdi yavaş zamanı, ve bekle zamanı. Bir de yeni birşey keşfettim, hayatta dengeyi bulmak. 

Bekliyorum. 
Okuyacağım kadar okudum, dinleyeceğim kadar dinledim bu aralar. Hiç sevmediğim haber bültenlerini en az on kanaldan dinledim. Yanlış duymadınız, Çelin’in evinde televizyon açıldı. Kopmak için on senedir uğraştığım gündemin bir numaralı takipçisi oldum. Yetmedi, her görüşte köşe yazarının değerlendirmelerini takip ettim. Cookie’ye bile fikrini sordum, ıslak burnunu elime değdirdi. Geçen hafta aramıza katılan çiçek Barış ise konuyla ilgili yorum yapmadı. 

Hadi biraz deneyim, olumsuz bir yazı olsun bu da. 
“Bana kendi karanlıklarını göster” demişti biri bir zamanlar. Benim de karanlıklarım var tabi ki. Yorgunum mesela. Aile içinde sorunlar yaşıyorum zaman zaman. Kendi içimde de sorunlar yaşıyorum zaman zaman. Bazen Can’ın babasıyla hiç karşılaşmayacağımı düşünüyorum, ve Can’ın hiç gerçekleşmeyeceğini... Buralardan gitmem gerektiğini düşünüyorum bazen. Ve herkese, herşeye sinir olduğumu. Hayvanlar dünyasına yardım elini uzatan her insan gibi insanlar dünyasının kötülüklerini keşfediyorum çoğu zaman. Bazen konuşmaktan tükenmiş hissediyorum kendimi, cümlelerimi birilerine bir ışık olur diye kullanmaya çalışırken kendi sesimden bıkıyorum ama karşımdaki insana bir kelime bile anlatamadığımı fark ediyorum bazen. 

Bazen delirmişim gibi geliyor. Başka bir dünyada, başka bir bilinç düzeyinde yaşıyormuşum gibi, bazen de benim dışımda herkes delirmiş gibi hissediyorum. Baş edemiyorum bazen. Sadece kaçmak geliyor içimden bazen. Yüzerek, koşarak, arabaya atlayıp gazı kökleyerek... Sonra bir ses geliyor içimden: “Yavaş!”. Bir kitap okudum ve tanıştım o sesin sahibiyle. İnsanın o iç seslerinin her birinin bir sahibi varmış. Bu da makul olan işte. Bir de şunu söylüyor: “Bekle!”
Gazdan ayağımı çekiyorum. Genelde kaçış zamanlarında karnım kilitleniyor. Çok derin bir nefes alıp kasılmış karnımı gevşetiyorum. Kendi “yavaş”ıma böyle geçebiliyorum. Aldığım çok derin nefes beni bir sürü düşüncelerden ve karnımı kasan duygulardan kendi vücudumun içine ve “şu an”a yerleştiriyor. Çok derin nefesimle girdaptan çıkıyorum. Anlık kapatıyorum gözlerimi. Tekrarlıyorum, “yavaş”...

Bir resmim var, çizmeye balonlardan başladım. Rengarenk boyadım onları. Sonra yerde oturan, sırtını bir yere yaslamış yerde oturan bir kadın çizdim. Karşısına da oturmuş ona bakan bir kedi. Biraz zaman geçtikten sonra resim defterimi elime tekrar aldığımda balonları tutan bir el çizdim. Elin sahibini de. Bu bir kız çocuğuydu. Kediyle kadının arasında kaldı. Kediyi bir köpeğe çevirdim. Kuki oldu o. Bugün kızı boyadım. Kadının da yüzünü. 

Resmim kendi çocukluğunu elinden tutmuş Çelin oldu böylece. Kadınla çocuğun üzerinde aynı elbise oldu. Kadının saçlarını kendi deli deli sağa sola yatık, birazı havaya kalkık çizmiştim. Sildim onu. Doğru düzgün taranmış, güzel, kısa ve sarı bir saç çizdim. Böyle daha çok hoşuma gitti. Kendime aynada değil kendimi çizdiğim resimde baktım. Çok mutlu bir çocukluk yaşamamış olan Şamaniçe, elinde balonlarıyla duran kızla barıştı. Bunu da bana kendi yavaşım yaptırdı. Resmi düzelttiğim gün yavaş’ı yapmayıp, mesela dışarlarda takılmayı, sağda solda tanıdık birileriyle laflamayı, yemeği dışarda yemeyi düşünmüştüm. Eve gelip yavaş modunda resim yapmak sonra da yaptığım resmi yorumlamak bana bunu verdi. Sonuçta yine kötümser bir yazı yazamadım. 

Bana renkli şeyler getiren insanları çok seviyorum. Rengarenk sohbetleriyle misafirlerim geldi, kırmızı bir tost makinası getirdiler evime. O renkli kadınlarla hayatıma kattıklarının hepsini yazıyorum. Hani küçük bir kuş cinsi vardı, renkli şeyler toplayıp kendine bunlardan yuva yapan, işte o kuş benim. Gökkuşağından yuva yapıyorum, renklerinden kitap yazıyorum. Gece yuvama doğru uçarken aya baktım. Ay çok güzel bu gece ve benim öğrendiğim bir şey var, denge. Çok zor ama oralarda bir yerdeyim sonunda. 



26 Eylül 2015 Cumartesi

Dükkan Kapalı



Ben bir kitap okudum. Yazarı benim yaşımda, sanki okuduğum sürece nerdeysem yanımda oturup benimle sohbet etti. Vapurda yan koltukta, ben arada kafamı sayfalardan kaldırıp denize, martılara, ufka bakarken benle konuşmaya devam etti. “Sırayla düzelir herşey, önce topraklanmak lazım” dedi, ya da ben öyle anladım. 

Ben bir yere gittim. Gezmek iyidir, insanın sürekli çalışmak için yaşamadığını hissettirir. Başetmeyi iyi bilsen de üstünde, ceplerinde biriken laflar, endişeler, boşvermelikler, kurup kurup yapmadan bozmalıklar, durmadan hızlı geçtiğin her durak, birikir. Cookie bazen ıslakken bir silkeleniyor, kulaklarından ensesine, göbeğinden kuyruğunun ucuna kadar bütün etleri bıngıl bıngıl sallanırken üstünden bütün suları atabiliyor. Denedim ben, öyle silkelenemiyorum. O yüzden de birikenleri atmak için biraz müzik, biraz sakinlik, biraz da dinlemeye alışmadığın insanlar gerekiyor. Sonuçta ben gidiyorum. 

Buzdan sularında yonca gibi otların titreştiği bir yerde konuşmamak, kalabalıklar içinde olmamak, şehre ait araba seslerine uzak kalmak, sadece akan suya bakmak ve etraftaki en hareketsiz canlı olmak , sadece bir bitki gibi bildiğin şekilde nefes alıp verip minimum hayat belirtisiyle yaşamak yabancı. Aksiyon insanıyım ya, bir yerlerden atlamam, bir yerlere tırmanmam, o da olmadı araba üstünde bir aksiyon yaratmam lazım ama dükkan kapalı. Zaman zaman düşünme yeteneğimi kullanabildiğim doğrudur, onu bile yapmayacak kadar kapalı dükkan. Düşünebildiğim tek şey, bir sonraki hayatımda suda yüzen ördeklerden biri olarak dünyaya gelip mutlu mesut yaşayabileceğim. Sudaki yonca kılıklı yosunlardan olmayı da seçebilirdim ama arada ses çıkarmam lazım. 

Bi tane film izledim bugün. Birkaç tane soru vardı dün gece kafamda. Hepsinin cevabı çocuk kalmakmış. Cevap eğlenceli ya soruların hiç önemi yok. Ben şimdi boşalttığım ceplerime doldurdum bulduğum cevabı, soruları denize attım, denizi yaktım, balkonda martini içiyorum. Ceplerimde bir cevap, bol hayal, susunca kelimelerine kavuşan balık gibi biraz daha idare ederim. Sonra yine bir kitap, bir sahil kasabası, bir animasyon filmi... Sokak lambasının ışığında yağan yağmuru izleyim, yağmurda etraf toprak koksun, tanıdık kokuları, unuttuğun cevapları, güzel arkadaşları, arsız  kahkahaları değil küçük gülüşleri doldurur ceplerime biraz daha giderim. 

Bir de galiba birkaç tane küçük köpeğin karnının doymasını sağladık tatlı arkadaşlarımla. Ben Çelin, bu da benim bayramım...



12 Eylül 2015 Cumartesi

Kanatlı Yazı


Ben dünyayı var eden güzel bir gücün varlığına inanırım. Bir de kuşların hayatımız üzerinde güzel etkilerinin olduğuna. Bugüne kadar anlamamış olamazsınız, bu yüzden bebekleri leylekler getirir tavşanlar değil , ve bu yüzden barışı temsil eden bir zebra değil güvercindir. 

Fark etmeye henüz başlamadığımız zamanlara geri dönüp ilk kanatlı anıları yokladığımızda bir sürü işaret çıkar. Çocukken ilk yaptığım sulu boya resim bir kuğu resmiydi ve babamla arka balkonda çamaşır sepetiyle tuzak kurup sevip bırakmak için güvercin yakaladığımız zamanlardı o zamanlar. Annem kızardı bu bitli kuşları banyoya soktuğumuz için. Olayın kahramanı ne ben ne babam ne de annem aslında, olayın tek kahramanı yemi yiyip çamaşır sepetinin içinde hapsolan güvercin. 

Hatırlayabildiğim en eski çocukluk anılarımdır bunlar benim. Babamın kuşlara özel bir ilgisi olduğunu bilir, başka pek bir özelliğini bilmezdim. Üniversiteyi bitirdiğim sene doğum günümde ilk dövmemi yaptırıp eve geldiğimde fark ettim, iki sene boyunca dövme fotoğraflarına baktıktan sonra bu olsun diye görür görmez seçtiğim resim de kanatlarını kocaman açmış bir kuştu. 

Karşımızdaki apartmanın çatısındakiler güvercin beslemeye başlamışlardı, çatılarından havalanan paçalı taklacı çilli güvercinleri izlerdim. Çocukluğumdan beri en çok zaman geçirdiğim yerlerden biri Kuğulu Park’tı. Kuğulara leblebi atardım, onlar da ağızlarını açıp havada kaparlardı. Martıları tanımazdım o zamanlar, İzmir’e geldiğimde ilk evim çatı katındaydı ve o zaman geceleri çatıda duyduğum minik adım seslerinin martılara ait olduğunu öğrendim. İlk kez fotoğraf makinası alıp çekim yapmayı öğrenmek için sahile gittiğimde bir karga gelip bana resmen poz vermişti. Ve üzüntü dolu bir haberi aldığım gün bir avuç yem alıp kuşları yemlemek bana iyi bir fikir gibi gelmişti. 

Bugün yine elimde fotoğraf makinem, vapurdan inip işe doğru Konak Meydanı’ndan yürürken kuşçunun yanında buluyorum kendimi. 
“Birkaç gündür yoktun abi?”
“Sağlık sorunu, uğraştım biraz... Sen nasılsın, ne var ne yok?”
“Çok şükür, yok bi yaramazlık...” (Aslında tatsız bir haftanın ucundan çekiyorum...)
“Dur, bak gitmeden sana bi fotoğraf çektiricem, hazırlan.”
Alıp makineyi yere eğiliyorum, kuşlara en yakın olacak şekilde.
“Hazır mısın?” 
“Evet” dememle bir avuç yemi savuruyor ve kanatlarını kocaman açmış bir sürü kuşu havada çekiyorum.
“Hadi bakalım hayırlı işler şimdi...”
Adını bile bilmiyorum. Bir sigara içimlik zamanda buraya her gelişimde güzel bir anıyla ayrıldım. İçten gülüşler bunlar. Gerçekten kuşların insanlar üstünde güzel etkileri var, anlamak için gerilere gidip kendi kanatlı anılarınızı bulmaya çalışın. Bugün kendinizi mutlu bir insan olarak tanımlıyorsanız eğer, kanatları mutlu hikayelerinizin bir yerinde mutlaka bulacaksınız. Kendinizi mutlu bir insan olarak tanımlamıyorsanız, etrafınıza biraz bakınıp mutluluğun ilk ipucunu bir martı veya serçenin size cıvıldamasına izin verin. Mesela affetmekle boş vermenin aynı şey olmadığını, insanlarla ilgili çok fazla öfke ve haksızlık taşıyorsanız minicik yüreklerinizde, boş vererek değil, affederek hafifleyebileceğinizi size söyleyen, buraya yazan ben değilim, bir kuş...

9 Eylül 2015 Çarşamba

9 EYLÜL


Karşımda gözleri çektikleri tinerden şaşı olmuş, oturdukları köprü altında dünyadan kopmuş iki tane çocuk. 
Çocuklardan biri bize doğru geliyor, diğeri oturduğu yerde uzaydan bize bakıyor. Yaklaşan çocuk 1 lira istiyor. Diğeri uzaydan dünyaya doğru kusuyor oturduğu yerde. Yanımdaki arkadaşım çocuğu alıp, bali çekmek yerine karton toplamasını, günde kendisine fazlasıyla yetecek kadar para kazanacağını söylüyor. Çocuğun ensesini okşuyor bir abi gibi, sırtına pat pat yapıyor, çocuk kafasını sallıyor, dönüp uzayda ikamet eden arkadaşının yanına yürüyüp çömeliyor. Çok kısa konuştuktan sonra poşetleri geri ağızlarına dayıyorlar. 

Bugün İzmir’in düşman işgalinden kurtulmasının yıl dönümü, 9 Eylül ve Pazar gününden beri onlarca şehit ve yaralı haberi aldık.
Geçmişte kazanılmış zaferin kutlamasıyla  şimdiki zamanda yaşananların protestosu birlikte olacak bugün. 9 Eylül İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşu ve teröre karşı protesto yürüyüşü yapılacak. Bu sırada köprüaltındaki iki velet bir yerlerde sızacak, belki başlarını belaya sokacak hatta belki tecavüze uğrayacaklar.

Hayatın gerçekleri ağır geliyor değil mi, öteki tarafa bakmak hep daha kolay. Tıpkı bizimle birlikte köprünün altında beklemekte olan 50’li yaşlarındaki iki bayanın yaptığı gibi. Çocukların bize doğru baktığını fark ettiklerinde hem gözlerini onlardan ayıramadan hem de çocuklarla gözgöze gelmemeye çalıştılar sonra çocuk bize doğru yürümeye başlayınca tamamen arkalarını döndüler. 

İzmir, sen çok güzelsin. Hatta Teoman’ın ara ara dilime takılan şarkısında dediği gibi “O kadar güzelsin ki çok çirkin kaldım yanında...” Sen güzelsin, sabahın güneşle denize pırıltılar dökerek başlar ve benim yaşadığım yerde pelikanlar denizin üstünde alçaktan uçarlar. Bu sırada bazı savaş uçakları da teröristlerin mevzilendiği alanlarda alçaktan uçar. Köprünün altındaki tinerci çocuklar da alçaktan uçar.

İzmir sen beni çok mutlu ediyorsun. Hatta burda mutluluğun tanımı değişti benim için. Benim yaşadığım yerde mutluluğun kahvaltıyla bir alakası vardır şairin dediği gibi. Güzel İzmir sabahlarında kahvaltı ederken keyif ve mutlulukla, doğuda bir dağın bir noktasındaki asker çürük domateslerle ettiği kahvaltıdan şikayet etmezken, yakalanan teröriste hazırlanan kahvaltıyı gördüğünde kahvaltının mutlulukla bir alakası olmadığını keşfettiğini yazar Facebook’a. O sırada sızmış olan tinerci çocuklara tiksintiyle bakmamak için yolun kenarında kahvaltısını eden hanımefendiler çocuklara en uzak masayı seçer. Kahvaltıda yedikleri ekmekleri kürt bir adam pişirir fırında, telefonundan çaldığı Ahmet Kaya şarkılarını dinlerken.

Kaç tane Türkiye var bir Türkiye’nin içinde? Kaç tane İzmir var bu güzel şehrin içinde? Bir insan kafasını görmek istemediklerini görmemek için en fazla kaç derece çevirebilir? Kim hesaplayabilir, kim verebilir hesabını bu olanların? Çok tipli insanların bir coğrafyada milyon tane farklı hayatı yaşamasıdır Türkiye ve bana martı kanadındaki umut, elimi uzatsam dokunacak kadar yakınımdaki çocuğa köprüaltında uzay mekiği İzmir.

2 Eylül 2015 Çarşamba

ÖLÜM


Bugün kimsenin düşünmek istemeyeceği ölüm üstüne düşünüyorum. Suriye’den can havliyle kaçarken umut tacirlerinin elinde hikayesi son bulan, bir teknede yaşama koşarken ölüp kıyıya vuran bebek ve çocuk cesetlerinin üstüne mesela. 

İzmir’de yaşıyorum, başta Halkapınar’da gördüm geçen kış Suriye’den kaçıp İzmir’e gelen insanları. Kış soğuğunda çıplak ayağında bir terlikle dolaşıp dileniyorlardı. Alsancak’ta dileniyorlardı. Konak’ta, Basmane’de yol kenarlarında, parklarda, kaldırımlarda evsiz, yurtsuz yaşamaya çalışıyorlardı. İçlerinden bir tekneye doluşup, insan tacirlerinin elinde kendi acı sonlarına gidenler, sonra karaya vuran bebek cesetleri...

Ölümün bin tane şekli var. Terör en büyük ve acı gündem maddemiz bu ara. Genç, ama gerçekten genç hatta daha yeni genç olmuş çocukların ellerinde silah, ömrünü o dağlarda geçirmiş teröristin karşısında bilmedikleri bir coğrafyada dağda, ya da şehirde hain bir pusuda alınabiliyor elinden hayatı. Erkek değilim, askerlik benim gerçeğim değil, en fazla hayal etmeye çalışırım ben o koşullarda olmak zorunda olsam ne yapar, ne hissederdim diye. Bir şeyler geçer belki aklımdan, ama bilemem onlar ne hissetti? Ya da tekne batarken suya gömülürken nefesleri ne hisseder insan? 

Ölümün bin tane şekli var. Peki kimse biliyor mu ölüm ne demek? Çok mutlu bir hayat geçirmiş, sevmiş, sevilmiş, bir dünya iyilikler etmiş, mükemmel bir hayat yaşamış bir insan öldüğünde ağlamaz mı yakınları? Ancak böyle yaşanırdı, ancak böyle güzel var olunurdu dünya üstünde denemez mi arkasından mesela gidenin? 

Ölüm bir gitmek midir acaba? Ben dedem öldüğünde gitti demedim hiç. Gitmedi çünkü. Bende kaldı. Küfür ettiğimde dilimde kaldı, hastayken gizlice parkta dondurma yediğimde sanki bankta yanımda oturuyordu. O da öldü aslında, ama sanki bedeninin, çekik gözlerinin, çim adam saçlarının , güneş lekesi ellerinin elimle dokunabileceğim alemde olmaması beni ondan uzağa koymadı. 

Peki ya boğulan o çocuklar? O şehitler? Onlar yarım kaldı. Dedem uzun yaşadı. Güzel yaşadı, mutlu yaşadı. Onlar bebekken öldü, gençken öldü, yapay öldüler. 

Ölümün yapayı var, evet. Suni bir savaş icad edildi laboratuarlarda. Pazarlandı savaş, tırlara yüklendi, gönderildi savaş. Savaş, dram, vahşet, kaçış yaratarak ömrüne ömür, parasına para, gücüne güç katan her soysuzun icadı ölüm. Gençlere, bebeklere düşen bu ölümü onlar icad etti. 

Bir keresinde eski çalıştığım işyerinde bir bişey( insan demek istemiyorum) otoparka hızlı girdiği için kontrolünü kaybedip, orda yaşayan birlikte oynayan köpek yavrularından birini arabasıyla ezmişti. Çok ağlamıştım. Elimde verdi son nefesini. Öğleden sonra aynı otoparka geldiğimde iki tane trafik babasının arasına şerit çekilmiş, ne olduğunu merak edip yaklaştığımda siyah bir kedinin o sırada orada doğum yaptığını görmüştüm. Suni olarak eksilen bir hayat yerine doğa bir mucize göndermişti sanki bize. Dünyanın bir dengesi olduğunu o gün anlamıştım. 

Peki neresindeyiz o dengenin biz insanoğlu olarak? Herşeye yetecek teknolojimiz yeni hastalıklar üretip ilaç satmak için, savaş çıkarıp silah satmak için, mutsuz insanlar yaratıp uyuşturucu satmak için çalıştığı sürece dönsek arkamızı, şifayı otlarda, barışı ölümü henüz icad edilmemiş çocukların gülümsemesinde, mutluluğu doğada arasak bulamaz mıydık? Ne gerek vardı bütün bunlara be? Çocuklara kahramanlık hikayeleri anlatırken bir vuruşta on kişiyi deviren atasını değil, azıcık erzakla ailesini doyuran anasını anlatsaydık ne vardı? Öyle hayatlar yaşasaydık ki ölüm bize selam dursaydı bizi götüreceği yere taşımadan önce... Çok mu zordu içine etmemek şu dünyanın? Bravo hepimize şimdi. Bu düzen inşa edildiyse bir noktasına bir tuğla da biz koymuşuzdur illa ki. Belki sadece ses çıkarmayarak, belki sadede ölüm üstüne düşünmek istemeyip yüzümüzü çevirerek...

30 Ağustos 2015 Pazar

YAZ


Bu mevsimin bir sihri var ve anlatacakları. Adı üstünde YAZ. Dolunaydan sonraki gün bugün. Kaç dolunaydır ilk kez totemsiz , ara verip biriktirdiklerim bunlar. Yaz dedi ki, yazıyorum.

Çok okudum bu arada. İnsanların sürekli önüne geldiğinde çözümsüz kaldığı için hayatında kısır döngü haline gelen durumlarının altındaki sebeplerin bilinçaltından çıkarılabileceğini, bilinçaltından kendi kendine çıkardığın her şey için bir yüzleşme ve hesaplaşma yaşayacağını, yeterince iyi başa çıkamazsan bunların seni mutsuz edebileceğini okudum. 

Dinledim, çok dinledim. Önüme geleni değil, sadece sorularımı benden önce kendine sormuş, kendi cevaplarını bulmuş, benim için karmaşa olmuş şeyleri hazmetmiş cümleleri dinledim. Dünyanın bütünlüğünde en çok kızdığın, en beğenmediklerinin içinde bile senden bir parça olduğunu, bunun için rahatsızlık veren duyguları bu insanların açığa çıkardığını dinledim. Anlayamadım başta, çok düşündüm. Red etmeden düşündüm, yeterince derine inemedim ve bekledim. 

Çok yazdım bu arada. Yazdım, sildim, tekrar yazdım, kaydetmeden telefonu güncellediğim için yok olup gidenlerin arkasından daha doğru cümleler bulmaya uğraştım. 

Bugün dolunayın ertesi, uzun süredir ilk totemsiz dolunayın. Bir A4 kağıdına,  aklıma gelen her şeyi yazıp , yakıp, küllerini rüzgarla ilgili makama gönderdiğim listemin içindeki tek eksik, eksik kalınca insanın her şeyi bilemeyeceğini, tahmin edemeyeceğini, bazılarını kendinden daha iyi bilene, kendisi için iyi olanı ondan daha iyi yazabilecek olana bırakması ve teslim olması gerektiğini öğrendim. Kocaman dolunay ışığıyla yer gök aydınlıkken tek dileğim, “hayırlısı” oldu...
Bugün teknik olarak yazın sondan ikinci günü. Son diye bir şey olmadığını öğrendim, yazla bütünleştirdiğim güzel kodlanmış  ne varsa iki gün sonra da iki ay sonra da benimle olabileceğini, güneşi gördüğüm sürece yazın bir yerlerde hala var olduğunu biliyorum artık. 

Dinleyip anlayamadığım kavramları, ruhumuzdaki dinginlik ya da tedirginliğin düşünme şeklimizden kaynaklanan frekanslarla oluştuğunu, uyum denen şeyin, mesela iki insan arasında farklı frekanslardayken diğerinin frekansına verdiğin tepkiye göre oluşup oluşmadığını, sakinliğiyle övünen insanların büyük yanlışta olduğunu keşfettim. Küçük ve büyük keşifler yazı oldu bu yaz.

Bu yazın güzelliği saymakla bitmez, bana verdiği hediyeyse, rüzgarla dalgaların üstünde yol alabilmek oldu. Bir gün ihtiyaç duyarsam, orda sadece rüzgarla oynayabileceğim, bira içip kitap okuyabileceğim ve istemezsem kimseyle konuşmak zorunda olmadığım bir alanım oldu dünya üstünde. Bir de teknede yıldızların altında uyumanın ne kadar güzel olduğunu hatırlıyorum. 

Zaman akıyor, mevsimler de. İnsanın kafasının içi maskeli balo. Yeterince düşünmek gerektiğini öğrendim bu yaz. Gereğinden fazla yememek gerektiğini, gereğinden fazla uyumamak gerektiğini, gereğinden fazla kimseyi korumamak gerektiğini, gereğinden fazla kendini suçlamamak gerektiğini. Affetme yazı oldu bu yaz. 

Renklere dokunmayı, perde tasarımı yapmayı, uzun vadeli karmaşık planları, gelişine yazıp hikaye yapmayı, Kuk’un havlama psikolojisini, rüzgarın da çok sevilesi bir şey olduğunu koydum cebime. Hiç-bir-şey göründüğü gibi değil, bu yüzden uzaktan gördüklerinizi kurcalayın. Bir de Konak meydanına yolunuz düşerse tekerlekli sandalyede kuş yemi satan abiden yem alıp kuşlara atın, siz güldükçe sizden fazla gülen birisi o. Gülmek çok önemli, bundan kendinizi ne yaz ne kış mahrum bırakmayın. 

Kocaman sevgiler...
Çelin

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Sakız Adası

Sabah işe gitmek için evden çıktığımda bir seyahat planım yoktu. Yarım saat içinde karar verdim gitmeye. Önümde bayram arifesiyle dört günlük boş zaman, İzmir sıcak, bayramlar kötüdür üstelik. Ertesi gün sabah onbirde Sakız limanına inmiştim. Plansız gitmek güzeldir, bu yüzden Sakız güzel bir alternatifmiş.

İlk yurtdışına çıkışım, ilkler güzeldir. Hikayeleştirilecek bir durumu olmalı bu güzel tatilin, ama burada anlatmayacağım. Gördüklerimi yazmak istedim burada.

Çeşme limanından feribotla geçiliyor. Vizesi olmayanlar için kapı vizesi evraklarını tur şirketleri önceden gönderiyor, oraya indiğinizde ayrı bir kuyruk bekleyip vizenizi alabiliyorsunuz.

Plansız yola çıkmanın kötü tarafı, önceden evrak göndermeyenlerin kapı vizesi kuyruğundaki herkesin işlemi bittikten sonra alınması. Tek tek evraklar inceleniyor, bilgiler sisteme kaydediliyor ve bayram kalabalığında feribottan inmekle vizeyi alıp limanın kapısından çıkmak arasında üç saatlik bir bekleyiş olabiliyor. Önceden uyardıkları için çok sıkıntı yapmadım ama günübirlik gelmiş olup üç saat orada beklemek zorunda kalanlar için tabi oldukça sıkıntılı bir durum.






Eşyaları otele bırakıp gezmeye başlıyoruz. Karfas’ta denize giriliyor. İncecik kumu var ve deniz çok temiz. Herşey mavi oluyor bazen ve ben maviyi çok seviyorum. Denizden çıkıp dalgaların bittiği yere yatıyorum, çocukluğumdan beri yapmamışım bunu. Gözlerimi açtığımda gökyüzü mavi. Mavi dünyayı sevmeye başlıyorum. Üç yazdır ilk tatilim bu. Ne kadar yorulduğumu fark ediyorum ve o an ne kadar dinlendiğimi. Renklerin insanlar üzerinde bir etkisi varsa eğer mavi artık huzur demek.

Ordaki biraları ilk içtiğimde farklı geliyor. Efes–Tuborg ikilemi orada Fix-Alfa olarak çıkıyor karşıma. İkisini de sevmiyorum, yerel üretim biradan alıyorum, biraz acı ama daha iyi geliyor. Bir de yarı tatlı şarapları güzel. Litrelerce içilen bira sudan fazla etki etmese de o yarı tatlı şarapları keşfettikten sonra başka bir şey içmiyorum.

Dar yollar köyleri birbirine bağlıyor. Trafik düzenli ve yavaş. Kimse birbirine saygısızlık etmiyor. Üstü açık Barbie’yle gezdiğimiz için gündüz çok yanıyorum, gece üşüyorum ama sorun değil, telefon çalmıyor, uzak olmak, huzur bulmak, bir de mavi güzel.

Yolların kenarlarında orada sanırım trafik kazalarında ölen insanlar için küçük kutular var cam kapaklı. İçlerinde kandil yakılıyor geceleri. Bir akşamüstü Karfas’tan merkeze dönerken bir genç kız büyük bir ciddiyetle yol kenarında yaktığı kandile arkasını dönmüş yürüyor. Ertesi gün yaktığı ateş hala yanıyordu. O kızın yüzündeki acıyla ciddiyeti hiç unutmayacağım sanırım. Sevgilisi miydi acaba diye düşünüyorum ölen. Kimin için yaktı o küçük ateşi? O anda bir senaryo yazıyorum, “Eğer ben burda ölürsem, benim için yapılacak kutuda su kabı olsun, kuşlar su içsin ve yem yesin”. Ölüm acıklı gelmiyor bana, arkandan acı çekecek birinin olması ve olmaması acıklı geliyor.

Sokaklarda küçücük köpekler var. Çok nadir büyük sokak köpeğine rastlanıyor. Kediler var bir de. Gittiğimiz restoranlardan birinde tek gözü kör bir kedi görüyorum. Ötekileri kovalayıp ona yemek veren mavi gözlü adama diyorum ki, “Selam, ben Çelin, ben çirkin kör kedileri seven kızım.” O da “Biliyorum, anlatma” diyor. Kedi yemeğini yedikten sonra şarabıma devam ediyorum.  Kör kedi doyduğu için o günüm güzel geçiyor.




Nefes alıyorum, boş boş etrafıma bakınıyorum, yalınayak geziyorum, Barbie tepelere tırmanırken çok fotoğraf çekiyorum, yemeklerinden yiyorum, frappesini, birasını, tatlı şaraplarını içiyorum, ellerimi, ayaklarımı sürekli kuma değdiriyorum, yanıp acımış omuzlarımı bile güneşten saklamıyorum, makyaj yapmıyorum, bir gece kafama esiyor, yüz santim topuklu ayakkabılar giyip öyle dolaşıyorum, günleri sahiplenmemem gerektiğini ve son gece diye bir şey olmadığını, gecelerin, günlerin benim olmadığını öğreniyorum. Anlamadığım sözleri olan müzikler dinliyorum, beni Yunan sanıp yüzüme baka baka fesat laflar eden hoşaf olmuş kadına ismimi söylüyorum gülümseyerek. Barbie ormanların arasından geçerken ağaç kokularını içime çekiyorum.

Ve tatil bitiyor. Denize atılan tek izmarit bana ait. Sadece kendimden bir şey bırakmak istedim aslında. O an elimde başka bir şey yoktu çünkü. Bunu gelirken düşünmüştüm. Sakızla vedalaşmadan dönüyorum.


“Anılar biriktiriyoruz sadece “ demişti Yeşim abla. Güzel anılarla doldurup gelgit hafızamı, mavi mavi dönüyorum İzmir’e. Dönmeyi de gitmek kadar sevmek lazım. 

16 Haziran 2015 Salı

Dedem

Bugün arkadaşım Armağan'a gelen vefat haberiyle giden büyükleri andık. 

Babannesini anlattı, ben de dedemi... 
Çocukken kahvehanede zaman geçirdiğimizi, beni oyalamak için tavla, pişti falan oynattığını... Beni erkek berberinde traş ettirdiğini... Garipsemeyin, Çelin kızı biraz haylazsa erkek çocuu gibi büyüdüğünden... Dedem çok severdi bu şarkıyı... Ve akşam haberlerini izleyip Ecevit'e sövmeyi... Araba kullanırken elimi vitesin üstünde bırakıp direksiyonu tek elimle tutmamı sevmezdi. Çiğbörek geldiğinde sofraya hep aynı hikayeyi anlatırdı. Ve lanet olsun ki şu anda hatırlayamadığım çok güzel bi masal anlatırdı bana uyumam için, ben de ona sarılır uyurdum. Çikolata alırdı, annem kızacak diye caminin arkasına götürür orda yedirirdi. Alacakargaları izlerdi, yapma dediğimiz herşeyi yapardı.
Dedem yaramaz çocuk gibiydi. Karşıma oturur kaşıyla gözüyle bakışıyla severdi beni... Bişey istediğimde istediğim şeyi ne yapar eder alır ya da aldırırdı, eksik kalmama dayanamazdı. Sağlam adamdı dedem. 

Öldüğünde çim adam gibiydi saçları ve daha beyazlamamıştı. Çocukken her yere tırmanabilirdim, bi tek dedem tırmanıp bitiremeyeceğim kadar kocaman sanırdım. Beni babasız bırakmadı gidene kadar. Çok özlemişim, şarkısını söyledim bugün...

Yazdıklarımdan kahvede zaman geçiren bir dedeye emanet edilen çocukların başına gelebilecek korkunç şeyleri çıkarın... Steril pişmiş steril yetişmiş yeni nesil anneler için eminim çok korkunç görünüyodur çocuğunun kahvehanede sigara dumanı içinde zaman geçirmesi, üstüne her türlü salon oyununu öğrenmesi, izlemesi...

Kız çocuklarını pembe elbiselere bürüyüp barbi bebek haline getirenler için eminim çok dramatiktir kız çocuğunun berberde amerikan traş edilmesi. Çocuğun yanında küfür edilmesi, annenin koyduğu kuralların bozulması, üstelik anneyi kandırarak yapılması bunun... 

Dönüp geriye baktığımda en eğlenceli yanıydı çocukluğumun, en güzel parçasıydı belki. Belki tek eğlenceli yanıydı. Bilmeyenler için söyliyim, annemin kuralları ve otoritesi hep işledi başbaşa kaldığımızda. Bekara karı boşamak kolaydır derler ama ben iddia ediyorum, benim de bir çocuğum olduğunda dedem gibi bir suç ortağı olsun isterdim. 

13 Haziran 2015 Cumartesi

Büyük Kısmını Yazdığımı Hatırlamadığım Yazı

Bazen tutamıyorum kendimi, çok konuşuyorum. Konuşmadığım bi tarihi zaman diliminde, kendisi hayatımın dönüm noktalarındandır, çok hasta olduğumla ilgili şüpheler vardı, olmamışım. Bi sürü kan almışlardı, bi çok testler yapmışlardı. Siz doktorun odasında sonuç beklerken,” ya bana çok hastasın derse, ya çok hastaysam, ya hikayem yarım kalırsa ve hayatımın geri kalanını hastane odasında saçlarım olmadan geçireceksem?” diye düşündünüz mü hiç? Çok kötüydü, ama çok hasta olmadığım ortaya çıktı, hatta bir öküz kadar sağlıklı olduğumu söyledi o bi sürü testler. Ben de çok hasta olacağıma çok konuşuyorum o tarihi andan beri, hiçbirşeyi içimde tutmuyorum. 

Bazen tutamıyorum kendimi, çok sigara içiyorum. Saçlarımı kaybedecek kadar hasta olmaktan çok korkmama rağmen hem de... Kulaklarım kocamandır, saçlarım olmazsa iyice çirkin olurum ki... Sigarayla bir gün vedalaşacağımı biliyorum, kendi istediğim zamanda, birileri beni zorladığında veya ikna etmeye çalıştığında değil. Çok antipatik geliyor bana bu çabalar.

Bazen yine tutamıyorum kendimi, çok düşünüyorum. Herşeyi düşünüyorum, düşünmekten hareket edemez hale geliyorum. Planlar yapıp bozuyorum, güzel ve kötü senaryolar yazıyorum, siliyorum, değiştiriyorum. Kul umar felek gülermiş, başımın üstündeki düşünce baloncukları bile ağrıyor düşünmekten, bu kadar senaryo hayatın ve bütün olası paralel hayatlarımın içerisinde bile yoktur ki...

Bazen tutmuyorum kendimi, çok gülüyorum. Yanlış anlaşılmama neden oluyor bu kadar gülmek. Her zaman gülen insanlar gerçek değildir, her zaman gülmekle çok gülmek arasında da fark vardır. İnsanlar bu ikisini birbirine karıştırabiliyor. 

Çok kapanıyorum, çok kaçıyorum, çok korkuyorum, çok kilitleniyorum, çok tahammülsüzüm bazen. 

Çok gülüyorum, çok seviyorum, çok barışığım bazen . 

Bazen kendimi dünyanın dışından gelmiş gibi hissediyorum, insanların iki ayağının üstünde yürüyebilmesi bile şaşırtıcı geliyor, bazen dalında rüzgarla sallanan yaprakları bile ben hareket ettiriyormuşum, kalbimi, midemi, kollarımı ve bacaklarımı da dalında sallanan yapraklar hareket ettiriyormuş gibi herşeyle bir oluyorum, rüzgar oluyorum, yaprak oluyorum, ağaç oluyorum, herşey oluyorum.

Hayatını değiştirmek isteyip bunun için hiçbişey yapmayan insanlar var çok. Sıkım sıkım sıkıldığı işinden kurtulup hayatta gerçekten yapmak istediklerini yapmayı, kocasını terk etmeyi ve mutlu aile pozundan çıkmayı, iyi anne olmaya çalışmaktan vazgeçmeyi, kendi doğrularına göre çocuk büyütmeyi, ailesinin kurallarını bir kenara bırakıp kendi istediği pencereden hayata bakabilmeyi seçenekler arasına hiç koymamış insanlar. BİRİNİN kuralları yıkmasını, birinin sınırları aşmasını, birinin kalıpları kırmasını, birinin özgürce küfür edebilmesini, birinin onun yerine kendi isteklerinin, hayallerinin peşinde koşmasını, birinin para biriktirmeyip keyfine göre dünyayı dolaşmasını, birinin onların da bir parça isteyip zorlukla kurulan düzenin bozulmaması için bu zararlı düşünceleri aklından bile geçiremediği halde hayallerini gerçekleştirmesini isteyen insanlar.

Hayatını yaşaması için yüreklendirilen de genelde benim gibi henüz düzenini kurmamış, hala hayalleri olan, hala değiştirmek istediklerini değiştirebileceğine inananlar oluyor. 

Mutsuz olduğunu söylemek, göstermek en büyük günah. Sakın yapmayın bunu. Onun yerine iyiymiş gibi yapmak, hatta mümkünse herşey mükemmelmiş, Tanrının bütün ışığını üstüne yağdırdığını, imrenilecek herşeye sahip olduğunu, sahip olduğun herşeyin imrenilecek kadar mükemmel olduğunu gösterme zamanı. Yalanlardan örülü bir hapishaneye hapsetmek demek kendini bu, gün saymak da yasak çünkü mutluluktan öleceksin zaten içerde... Sen mükemmel sıfatlarınla güvenli tarafta yaşarken biri değiştirsin hayatını, kırsın duvarları, yıksın önyargıları, dünyayı değiştirsin.

Çok çalıştım, gerçekten çok, buna ayak uydurabilmek en azından idare edebiliyormuş gibi dursun diye. Çok iğreti durdu üzerimde. Olması gereken mutsuzsan yardım istemek, birşeylerden şikayetçiysen sorunu kabul edip sonra düzeltmeye çalışmak, ama ilk önce şu yalan hapishanesinden bir çıkmak aslında. İnsanlar bunu çalışmadan yapabiliyorlar mı acaba? 

Söyleyince mantıklı geliyor ve okuyunca, ama yapınca değil. Yorgun insanlar zamanında yaşadığımız, olumlama, evrenin sırrı ve pozitif enerji diye bişeyler duyup öğrendiğimiz için kaçıyoruz kulağa olumsuz gelen şeylerden. Kahramanlar bekleyip kahraman olmayı sevmiyoruz. Biri bişey yapsın cümlesindeki biri yok. Olanı da eleştiriye boğuyoruz. 

Hala hayatını değiştirebilecekler arasında olduğum için sürekli yol ayrımlarında kalıyorum. Ve bir sürü yorumun ortasında bazen tutamıyorum kendimi çok konuşmaktan, söylenenleri çok düşünmekten, düşünüp düşünüp hava kararmadan bi martini hazırlayıp düşünüp dururken çok sigara içmekten, sonra bir sonuca varamayıp boşvermekten. Gülüyorum sonra, her yol bir yerlere çıkacakken yol ayrımında kalıyorum.

Alışkanlıklar kötüdür, sabahları kaçırmak kötüdür. Yapmak istediklerini yapamamak veya yapmamak, bunun için bahaneler bulmak kötüdür. Cümlemi özellikle olumsuz kelimelerle kuruyorum. 


Kukiş koridorun başında yatıyor, ben de yorumsuz cümleler kurarak geçireceğim bir güne başlamak üzere yazımı bitiriyorum. 

Bu yazının bir anafikri yok, bu yazıyı yine ne akla hizmet yazdığıma dair bir fikrim de yok. Tatil güzel bir şey ya, bugün ve yarını yapmak isteyip yapamadığım şeylere ayırıp unutuyorum yazdıklarımı...

12 Haziran 2015 Cuma

Cesur Bir Hikaye

Dünya üzerinde o kadar çokuz ve o kadar yokuz ki, hiç yaşamamış gibi unutulmak bana korku verir. Bu hikaye geride bir iz bırakan cesur köpek Cesur'un izi olarak yazılmıştır.   

Bu ülkede kökümüz doğayla iç içe yaşayan insanlardan gelmesine rağmen doğanın diğer yaratıklarıyla nasıl yaşayacağımızı unutmuş durumdayız. Bunun için aileler çocukları istediği için süslü köpek yavruları alır ve başedemeyeceklerini anladıklarında onları "bir yerlere" gönderirler. Onlar kadar süslü olmayan köpek yavruları ile birlikte barınaklarda yaşamaya çalışırlar. Cesur, böyle bir barınakta karşıma çıkan süslü olmayanlardan bir yavru.  Ordan çıkmasının sebebi ise, sonradan anladığımız yaramazlığından patisinin birinden bir parçayı yan kafesteki büyük köpeğe kaptırmış olması. Yanık sesiyle insan yavrusu gibi ağlamaları onu barınaktan kurtardı ve bir pazar gecesi İzmir'in Karşıyaka'sındaki veteriner kliniğimize getirdi. Ayağı, yüreği kocaman iki veteriner tarafından ameliyat edildi ve veteriner kliniğinde hızla iyileşmeye başladı.   

Hepimiz yaşamımızın bir döneminde kendimizden bir parçayı kaybederiz. Bazen kalbimiz giden birinde kalır. Bazen aklımız, bazen çocukluğumuz bize çocuk olduğumuzu hatırlatan son kişinin mezarının içine girer, oraya toprakla gömülür. Cesur da bir iki parmak bıraktı geride. Bundan sonra yaşayacağı güzel günleri düşününce makul bir bedel olduğuna inanmıştım.   


Ne yazık ki yavru köpeklerde sıkça görülen ve tedavisi olmayan bir hastalığın belirtileri bir süre sonra ortaya çıktı. 

Cesur bu süre içerisinde hareketli, yaramaz, çirkin sesli ve oyuncu bir köpek olarak mutlu günler geçirdi. Arkadaşları ve kendine ait eşyaları oldu. Akşamları mesai bitimini onu görmek için iple çeken bir Selin'i oldu. Onu süsleyen, isimler takan, yaramazlıklarını sessizce toparlayan bir de ablası oldu.   Tedavisi bitince ona bahçesini açacak bir ailesi oldu. Ama bir yandan ona alıştığımdan, küçük  imkanlarımla beraber Kuki ablasıyla yaşayabileceğimiz bir bahçeli ev arandı. Cesur için bir çok insan yardımlaştı. Cesur bize insanlığın ölmediğini öğretmek için geldi. Küçümsediğimiz kaynakların can kurtarabileceğini anlattı.   

Hastalık başladığından beri her gün içimden bağıran bir sesle kendime "Sen inanmazsan kimse inanmaz onun iyileşeceğine! " diyerek gittim yanına. Ona hikayeler anlattım, Kuki'nin aynı hastalıktan nasıl kurtulduğunu anlattım. Bir yanım ona sarıldı, sarmaladı, kalbimin içine sokmak, onunla nefes alıp vermek istedi. 

Kanseri yenen insanların ropörtajlarını izlemiştim,  inançla ve umutla yendiklerini anlatıyorlardı. İnanmışım sanırım, ona da anlattım.   Cesur dün gece bütün sözlerime karşın savaşını kaybetti. Yanında onu seven, onun için mücadele eden genç veteriner hekimimizle vedalaşarak olmasını istediğim yere, kalbimin en güzel yerine benim içimdeki yaramaz, heyecanlı, meraklı ve çirkin sesli yavru olarak yerleşti.     Unutulmuş bir köpek yavrusuyken, bir çok insanın bildiği, dualar ettiği, emek verdiği, sevdiği bir yavru olarak hayatının bu kısmını tamamladı. Son günlerinde acıdan minik inlemelerini ona dokunduğumuzda kesti. Bizi sevdi, gözüyle takip etti. İlk komutlarını bile öğrenmişti.   Burdan bir köpek edinmeyi düşünen insanlar için, Cesur'un hikayesini paylaştım. Beton yığınları içerisinde güzel evlerimiz, eşyalarımız, arabalarımız, hırslarla dolu hayatlarımızın bir köşesinden fedakarlık edip bir canı sığdırabiliyorsak zenginiz.   Yardım et dediğimizde gelen insanlarımız varsa zenginiz.   Sürüklenmiyor, bir amaç uğruna yaşıyorsak zenginiz.   Kalbinizin bir köşesinde minik bir kalp daha atıyorsa siz de zenginsiniz.   Cesur oğlum da sonsuza kadar benim içimde, yanımda, acılarından kurtulmuş olarak yaşayacak.


Derken , bu hikaye böyle bitmedi. Cesur'u ağlamalarıma dayanamayarak, bi cesaret ben alayım diyen arkadaşımın çocukları, Cesur'un gidişinden bi yıl sonra evlerine gelemeyen Cesur'un yerine bir yavru köpek gelsin, erkek olsun, adı Cesur olsun ve bu Cesur ölmesin istediler. Annesinin sokağa yavruladığı bu yeni Cesur o günden beri onlarla... 

"İnsanın köpeğinin olması ne güzelmiş, şimdi seni daha iyi anlıyorum" diyor arkadaşım. Cesur'dan selam gönderiyor arada. Büyüyen yeni Cesur, aynı ilk Cesur'a benzemiş, iyice yakışıklı olmuş. Duygusal hikayem benim, ilk kahramanlık denemem, beceremeyişim... Cesur ve ondan sonra melek olan kartopu lokum bebek Tomy için üzülüp durmak yerine iki tane limon ağacı aldım, balkonda hayal bahçeme kavuşana kadar belkiyorlar. Yeni Cesur can bir ailenin can bebeği oldu. 

Acılardan şeker yapıyorum, çok isteyip Tanrı'yı ikna ediyorum belki. Belki de gidene üzülmek yerine Polyannacılık oynuyorum. Ne fark eder ki elde bir sevgi hikayesi olduktan sonra...

7 Haziran 2015 Pazar

MAC, lens ve Meksika Uçak bileti



Önce şuna bi tıkla da aynı kafaya gelelim:
http://youtu.be/LfqQ7v0sprY 

Elimde bi kitap, %80 i küfür ve argo olduğundan bu aralar bana bulaşılmaması naçizane tavsiyemdir. Mesela bugün bol bol Erol Taş kahkahası attığım da doğrudur. 

Seçim gününün akşamı  ve  bizim kasaba terk edilmiş durumda ( alkol yasakları...). 

Özet geçecek olursak,  büyük boy dört torba eşya attım, evi detokslamak için, kitaplığımda sadece ve sadece yarım raflık yer açabildim. Dünkü maç tantanasından kaçmak için gölete gidip küfürlü kitabımı okuyum dedim, yanı başımızda patlayan havai fişeklerden Kuki huysuzlandığı için kalkmak zorunda kaldım. Bir dondurma yemek için bugün çeşitli sebeplerden 5 cafe dolaşmamız gerekti. Havuzbaşında bira içip fotoğraf çekmek için gittiğim Soyak’ta arabadan bara geçene kadar sırılsıklam oldum, dizlerimin arkasından falan su akıyodu, öyle diyim. Tek istisnasız haftasonu için yaptığım bütün planlar bozuldu. 

Sonuç olarak eve dönüşte arabada şu üst linkteki çıngırdak şarkıya kendi yorumumla eşlik edip dans ediyordum. Neden? 

Evden safra atmak yerine eşyaların en olmaması gereken yerde olacağı şekilde döşeyeceğim hayal evime güzel bir elveda dememle başladı herşey. Halbuki salonun ortasına bir kum torbası asıp , ağaç dallarından kendi ellerimle başlık yapacağım karyolamı da salona koyacaktım. Tuvalette bir kitaplık ve müzik sistemi olacaktı. Tomy ve Cesur isimli limonlarımı evimin bahçesine dikecektim. Bunların hepsini de kendi ellerimle yapacaktım. Noldu? Püfff! Bir gün içerisinde uçtu gitti...

Allahtan hayal kırıklarını toplayabilen, köpekleri sevebilen, bira şişelerini çakmakla açabilen ve hatta seneler önce söylediğim ve arkadaşcığımın bana hatırlattığı gibi, “ben yaptım, ben bozdum, yine yaparım” ı hala diyebilen bir insanım. Bu haftasonu suya düşen planlarımdan biri de depresyona girmekti aslında. Teskin edici melisa çayımla, limiti sonuna kadar dolmuş kredi kartım ve sonuna kadar sömürülmüş banka hesabımla alışveriş kaynaklı depresyon darbelerine bile hazırken, sevgili depresyoncuğumla ilaçsız mücadele edecekken kendimi öööyle instagramda saçmasapan yazılar okuyup kakır kakır gülerken buldum. Oturduğum yerden kalkıp olmadı dedim, depreşemedim bu planım da bozuldu,bari gidip güzel zaman geçireyim. Bu sefer de yağmurda ıslandım, dediğim gibi eve dönerken yine kakır kakır gülüyodum. 

Bazen yapacak bişey olmuyo, akışına bırakmak lazım diyolar. Bir diğer atasözü de “Only dead fish go with the flow” yani sadece ölü balıklar akıntıyla gider şeklinde. Yağmur sonuçta bir doğa olayı, ıslandığı için çemkirecek biri değilim. Çemkirmemin sebebi tamamen okuduğum kitapla alakalı, ve çemkirirken Erol Taş kahkahası atabiliyorum aynı zamanda. Bi de hayatımda ilk kez çemkirme ses kaydımı dinledim, (evet, artık benim de tapem var) inanılmaz komik. Hatta şimdi anlayabiliyorum benim gibi köpekleri sevemeyen, bira şişelerini çakmakla açamayan bir insanın çemkiren Çelin geri gelsin demesini. Çiçekçi kıııız baaak bana, allahın cezası sırılsıklam oldum yağmurdaaaa diye şarkı yapıp bi de parmaklarımı şıklatarak göbek attım , öyle şiirsel çemkirmişim. Dinledikçe daha güzel geldi. Ama kitapta anlattıkları böyle bişey değil tabi. 

Gelelim hayal kırıklıklarına, liseyi bitirdiğim seneden beri her doğumgünümde birşey olur ve ağlarım. O gün facebook’umu dondurduğum, telefonlara çıkmadığım, kaçtığım falan doğrudur, önlem onlar. Bu sene tam burdan ilan da ediyorum, bütün doğumgünü hayal kırıklıklarımı toplayıp, annemin çocukken uyumadan anlattığı küçük kırıkla büyük kırık masalındaki gibi pritle yapıştırıp çok güzel bir gün geçirmeye azimliyim. İlk iş olarak hediye alternatiflerimi hazırladım, bi türlü parama kıyıp alamadığım uzak lens, Mac, Meksika’ya gidiş dönüş uçak bileti. Anneme kestim cezayı, neticede son iki yıldır doğumgünümü unutan o... Bunlar  senelik biriken hediyelere mahsuben, o gece de eğlenmeye gidiyoruz, hesaplar senden, elimi sürmem... 

Arsızlık bu evet, o Erol Taş kahkahaları da öyle. Ama benim değil okuduğum kitabın suçu. Dünya üstünde öyle arsız kadınlar var ki, bu kadarcık arsızlık yapmayı hak ettim bence. 

Gece güzel, ya da bana öyle geliyo. Bitmese, sabahlar olmasa, yat zıbar yemeği yapsam kaşık mikrofonumla şarkı söyleyerek... Ama balkon konuşması duyuluyo, buna eşlik edemem... Hmm, aslında balkona çıkıp kendi balkon konuşmamı yapabilirim. Mantıklı... Ben gidiyorum.

31 Mayıs 2015 Pazar

Hoşgeldin

Günlerden Bi Gün


Kaç kaç kaç, arkana bakmadan kaç, kaç, kaç-ma. Kaçma. Dur. Bi nefes al. Kasılıp kalmış karnını gevşetmeye çalışma. Direnme artık teslim ol. Kabul et, biraz daha sıkacak, biraz daha acıtacak, nefes almayı unutacaksın belki biraz daha. 

Yarısı mutluluktan hoplayıp zıplamaksa yarısı eziyet değil mi, ağda yaptırmak gibi işte nefes al ve tut nefesini, artık biliyosun acıtacak. Teslim ol ve bekle, acısın daha da acısın diye bekle, acısın ki bi kalbin olduğunu, içinin dolduğunu hatırla. Terzinin iğnelerini taktığı sünger gibi, kıyma makinasından çıkan et gibi, boğulucam diye suyun içinde debelenirken vazgeçip kurtulmak gibi. Kaçma teslim ol ki geçiyosa geçsin, geçmiyosa bi tabak daha koyalım sofraya, bi de sandalye çekelim, yeri belli olsun. 

Of ne zorladı iyiymiş gibi yapmak, mış gibi yaşamak. Kendi yatağında uyuyamamak, sabahları üstünden kamyon geçmiş gibi uyanmak, kalkıp radyoyu açınca başlar mesai, iyisin ya, aç bi şarkı söyle, keyfini göster... Aynada kendi gözlerine bakma, saçına bak, boyan, üstüne giydiklerine bak, gözlerine bakma... 

Çok çok şarkılar dinledim, otobanda bugün eve dönerken geldi. Kulağıma fısıldadı, “teslim ol!”.  Oldum işte. Canımın acısı hoşgeldin...

27 Nisan 2015 Pazartesi

Sihirli Değnek


Bayım, sihirli değneğimle kafanıza vurup hayatınızı değiştirebilirim. Bana biraz izin verirseniz çok az canınızı acıtarak dünya üstünde daha çok yer kaplamanızı sağlayabilirim. Deli olduğumu düşünmekte serbestsiniz ama lütfen deliliği kötü bir şey olarak görmeyin, siz de biraz delirebilirseniz mesela kuşlarla konuşmayı öğretebilirim size ve eminim kuşlarla konuşmak çok güzel hikayeler dinlemenizi sağlayacak.

Bayım, siz bilmezsiniz, yemek yapmak güzeldir. Yemek yapmaktan sıkılmak da güzeldir. Yemek yemekten sıkılmak da güzeldir. Ve hayatınız boyunca hiç kahve içmemiş olmak da güzeldir. Hayatı boyunca hiç kahve içmemiş biri olarak yeni çekilmiş kahve kokusunu sevmeye bile başlayabilirsiniz bir gün. 

Bakın bayım, ben aslan terbiyeciliği yapmış, koç kurban etmiş, yengeç salatası yemiş ve yay germiş bir insanım. Yılın hangi ayı doğmuş olursanız olun, size de rahatsızlık verecek bir dolu numaram var benim. Fotoğraf makinasını kullanmayı biliyorsanız eğer şöyle anlatayım size, nereye odaklanırsanız diğer kısımlar flu görünecek. Siz lütfen odağınıza gamzelerimi koyun, gerisi germesin sizi. 

Bakın bayım, şunu aklınızdan çıkarmayın: ben kickbox biliyorum. Ve eğer kalbimi kırmaya kalkışırsanız kafanızı, en azından burnunuzu kırmaktan çekinmem...

Kim olduğunu bilmediğim beyefendi, ben makinaların bozulmasına sevinen biriyim. Arızalanan şeylerin içini açıp içinde ne olduğunu ve nasıl çalıştığını öğrenmeyi severim. Kendi içimi çok kurcalıyorum diye nasıl çalıştığımı bildiğimi sanmayın. İnanın bunları yazarken de bir arızayı tamir etme halindeyim. Bütün bu arızaların bir gün siz geleceksiniz diye oluştuğunu düşünüyorum. Lütfen kullanım kılavuzum olduğunu düşünmeyin. 

Bayım lütfen çok konuşun. Küsmeyin hiç. Küsmek ipi dolaştırıp germek gibidir, düğümler çözmek yerine yapılacak daha güzel işler var dünyada. 

Karşılaştıktan sonra banyoda şarkı söylediğinizi farkederseniz çok dua edin, bu hep olsun diye. 

Bişey itiraf edeyim, bazen evde yemek yaparken kaşığı mikrofon yapıp dans ederek şarkı söylerim ben. Bunu sadece yan apartmanda komşumuz olan aile biliyordu buraya yazana kadar. Siz yokken  bunu yapıyordum ben, lütfen hayatımdaki küçük keyif anlarını yok edip etmediğinizi önemseyin. Ben yemek yaparken şarkı söylemiyorsam eğer, bilin ki siz de gideceksiniz. 

Bayım, ben bunları hem sizin için hem degeldiğinizde  aklımda kalsın diye kendim için yazdım. Bugün keyfim çok yerinde, lütfen siz de gecikmeyin. 

26 Nisan 2015 Pazar

Tüyden Mevzular

Ben Çelin, şu resimdeki de bugün yolda bulduğum tüy. 

Sene 2015, adımı seneler evvel gökyüzündeki bulutların üstüne uçan dedemin bana "dedem kızı, Çelin kızı" demesinden aldım. Bilmeyenler için söyliyim, poz vermeyi beceremem. Bugün çok ağladım. Poz vermeyi beceremem, bu yüzden ağladığımın bilinmesinde sakınca yok. 

Karanlık ve ıssız bir sokakta yürürken korkumu üstümde, benim yolumda uçan bir karganın olması geçirebilir. Ve kaldırımın kenarında görüp geri dönüp aldığım bitli güvercin tüyüne de anlam yükleyebilirim. Bilmeyenler için söyliyim, aptal bir insan değilim. Ve hayatta önüme çıkan küçük şeylere anlam yüklemenin güzel olduğuna inanırım. Kalbim beynimin çalışan kısmından biraz daha büyüktür. 

Bugün çok ağladım. Ve annem bana artık saklamayarak çözmem gereken bir düğümüm olduğunu söyledi. Annem çok güzel bir kadındır bence. Ve ben ona pek benzemem. 

Bugün çok kişi ağladı, kimisi gözyaşlarıyla, kimisi içinden. Ben poz vermeyi beceremem, ve çözmem gereken bir düğümüm varmış. Artık ben de inanıyorum buna. Şans getiren bitli güvercin tüyleri ve koruyucu kargalardan sonra artık düğümlere de inanıyorum. Sanırım önceki hayatımda kızılderiliydim, adım da Çok Gülen Çelin'di. 

Önceki hayatımda ben kızılderiliyken, stres ve kötü tecrübeler henüz icat edilmemişken, insanlar Çok Gülen Çelin'in her zaman gülmemesine şaşırmazlardı. Bilmeyenler için söylüyorum, o zamanlar da poz vermeyi beceremezdim. 

Bişeyler yazmaya ilk başladığımda Sıranın Üstüne Çıkıp Öğrencileri Uyandıran Ceydilek bana güzel şeyleri yazıp, kötüleri bir kenara bırakmamı söylemişti. Bu yüzden artık varlığına inandığım düğümümü buraya yazmayacağım. 

Bugün güneşli bir gündü, ve ben güne bulutların üstüne doğru uçarak 
başladım. Yeryüzünde çok insan ağladı bugün. Ağlamak gözyaşlarını serbest bırakır ve insanların gözlerini temizler, bu da inandığım şeylerden biri. Ve ben hala bir çiçek ekip içinden aşk çıkarabileceğime de inanıyorum. 

Bugün ağlarken adını andığım bir kız çocuğu vardı. Artık o da gülebiliyor. Nedense o kız çocuğuyla küçük bir parça empatim var. Sanırım o da önceki hayatında kızılderiliydi. 

Ben poz veremem, dönüşü 20 saat süren bir yolun sonunda evime gidemediysem ve üstüm başım, saçlarım kirliyse günüm rahatsız geçebilir. Ve sonraki 20 saatin sonunda daha evime gidemeden gördüğüm insanların benim az gülmeme şaşırması eski bir kızılderili geleneği değildir. 

Ben Çelin, çoğunlukla mutlu bir insanım. Olmadığım zamanlarda mutluluğa inanmam. Mutlu olmadığımda bir kızılderili gelip elimi tutup, "geçicek, ve ben yanındayım" demelidir. Sene 2015 ve sanırım böyle bir kızılderili henüz icat edilmedi. Bugüne kadar İzmir körfezine yolu düşmüş milyonlarca dalgayı saydım, işim bu. Bunun için bana para vermiyorlar, gülücükle yapıyorlar ödemeyi. Onun için milyonlarca gülücüğüm var. Eğer hayatınızın bir anında benden o gülücüklerden birini kopardıysanız, bilin ki sizin de çok emek verip içinden güzel bir şey çıkan bir çiçek yetiştirip benden değil ama o güzel dalgalardan özür dilemeniz gerektiğine inanıyorum. Eğer hayatınızın bir anında bana bir küçük gülücük hediye edebildiyseniz, bilin ki daha uzun süre küçük dalgaları saymaya ve sevmeye devam edeceğim.

Ben Çelin, ve bilmeyenler için söylüyorum, poz vermeyi hiç beceremem.     Çözmem gereken düğüm kadar anneme de benziyorum. Ve gülmek için milyonlarca dalgayı sayıyorum her gün. Bugün ağlamış olabilirim, normaldir bu çünkü bazen çiçekler soluyor.