23 Ekim 2016 Pazar

KÜÇÜK SARI BALIK


Ben bir mıknatısım, buna hep inandım. 

Eskiden bela mıknatısı olduğuma inanırdım. Problemli, ölümcül, şiddetli, kördüğüm ne varsa onları çekerdim böyle inandığım için de. Güzel başladığı için asla masal olamayacak hikayelerim olmadı benim. 

Ben hala bir mıknatısım.  İçimde ne varsa onu çekiyorum hala. Korkularım vücut bulup karşıma dikiliyor bazen hayatımda. Üstüne yürüyorum onların, her adımda bulanıklaşıp yok olmalarını izlerken hem şaşırıyorum, hem şaşırmıyorum. Bugün küçük sarı bir balık çektim kendime. Sahilde denize bakıp otururken incecik küçücük sarı bir balık geldi. İçimden gitme dedim, bir hikaye anlat bana. Balık bana yakın yüzdü biraz. Gittiğinde bana bir hikaye anlatacak iki arkadaş gönderdi. Anlattılar, küçük sarı balık tarafından gönderildiklerini hiç bilmeden. 

Dün karşıda işlerim vardı, geldiğimde masanın üstünde el yazısıyla yazılmış poğaça tarifi buldum, mutfakta da tarifin vadettiği poğaçaları. Annem internetten araştırıp pufidik poğaçalar yapmış. Annem sevmez yemek yapmayı, interneti de pek bilmez. Dün de kendime poğaça çekmişim, poğaça mıknatısı oldum bilmeden. 

Aptal gibi görünmekten korkup müziğe tempo bile tutmam bazen. Dans etmeyi beceremediğimi herkes bilsin istemem. Eğlence çektim kendime iki gün önce, o da kendiliğinden geldi. Artık sadece mutfakta yalnız yemek yaparken dans edip şarkı söylemeyeceğim. 

Ben artık bela mıknatısı değilim. Güzel arkadaşlar çektim kendime, kitaplardan, doğal tıptan, inançlardan ve dünyadaki hikayelerimizden konuşabildiğim, içimde pır pır edenleri kanat çırptıran arkadaşlar. 

Küçük sarı balıkla tanıştığım gün bugün. Çok siparişlerim var daha, çok sorularım var etrafa püskürttüğüm. Hiç beklemediğim anda gelip birisi bir tanesini cevaplıyor sonra yoluna gidiyor. Çünkü artık cevaplar çekiyorum kendime. Sarı balıklar, lezzetli poğaçalar, ışık saçan arkadaşlar, güneşin altında sıcacık bir sonbahar çekiyorum. Hayallerinden bahsederken gözlerinin içi gülen kadınlar çekiyorum. Hayat küçük sarı balıklar gönderiyor sadece aslında. Dikkatli bakmazsan göremeyeceğin küçücük sarı balıklar.

19 Ekim 2016 Çarşamba

TOKAT


Hayatta en çok beni tokatlayabilmiş insanlar için şükrediyorum, bazı gerçekler sadece ani ve yakıcı bir şekilde suratında patladığında kabul edilebiliyor çünkü. Denetçi eğitiminde anlatmışlardı, denetlediğin yerin ilk tepkisi inkar olur genelde eksiklerini kendilerine gösterdiğin zaman. Sonra öfke, ardından sadece kabullenmeyi başaranların ulaşabildiği düzelme aşaması. Günlük hayatlarımızda da böyle galiba, kabullenmesek de en çok bizi bize yansıtanlara öfkeleniriz. Dünyanın hızı içinde bu öfkeleri veya öfkecikleri irdelemeye vaktimiz ve egolarımızın altında ezilmeden kalmış, kendi karanlık tarafımızla yüzleşmeye birazcık cesaretimiz olsaydı göreceğimiz şey aynadaki yansımamız olurdu. 

Gururla söyleyebilirim ki dün güzel bir tokat yedim. Uzun zamandır konuşmak istediğim bir kişi, telefonda beni öyle güzel tokatladı ki kapattıktan sonra bir süre oturduğum yerden kalkamadım. Önce bu kişinin konuşup ahkam kestiği durumla ilgili en ufak bir fikrinin olmadığını hatta camdan bir kavanoz içinde japon balığı gibi pastörize bir hayat sürdüğünü düşündüm. Sonra beni yapmak istediklerimden engellemeye çalıştığı için öfkelendim. Kimdi ki o, yerdim ben onun bilmiş bilmiş konuşmalarını, çiğner tükürürdüm... Sonra bir hışımla evden dışarı attım kendimi kafa dağıtmak için. Geri döndüğümde adam haklı demiştim. Sadece uzun süredir yüzleşmekten kaçındığım zayıf noktama bilmeden spot ışığını çevirivermişti. Alt tarafı adam haklıydı. Söylediği sözlerin beni bu kadar kışkırtmasının da doğal olarak onunla bir ilgisi yoktu. 

Kabuğunu delip derine işleyebilen birşeylerin olması güzel bence. Benzer hikayelerin fabrikasyon karakterleri olmaktan korur bizi yara kabuklarımız. Biraz yükselip tepeden bakıldığında hareket halindeki canlılar topluluğuyuz en nihayetinde, karıncalara baktığımızda bizim gördüğümüz gibi. Hani etrafına bir çizgi çekince çizginin öteki tarafına geçemeyen karınca var ya, bir de çizgiye kafa tutanlar var işte. Onlar sürüden ayrılıp kendi hikayesini yaşamaya karar verenler, hani Akillah’ın dediği “çatlama cesareti gösteren tohumlar”. Tam bu noktada bambaşka bir cümle kurmak isterdim ama, biz o çizginin içinden çıkamayanlardan olduk şimdiye kadar. Onun için okumaya devam ediyorsun bu yazıyı hala. 

Bir çocuk üniversite öğrenimini devlet üniversitelerinden birinde bitirdiğinde bile devlete borçlu olarak atılıyor hayata. Doğal olarak ilk paniği bu borçları ödemek için acilen bir iş bulup ödeme tarihi geldiğinde hazır olmanın derdine düşmüş olduğundan yaşıyor. Zamanla üstüne eklene eklene gidiyor, falanca araba aldı, şu kadar maaş aldı, gitti (zevksizlik abidesi lego mantığıyla yapılmış) bıdı bıdı sitesinden ev aldı. Koş yetiş statünü korumak için. İşte bu motivasyonla uzaydan bakıldığında karınca sürüsü gibi hareket etmekte olan bizin hikayesi bu. İçimizde potansiyel büyük, gel gör ki gömleği çıkarıp taytla kalmaya çekindiğinden Clark Kent’e hapsolmuş Superman’leriz biz. Sahip oldukça esir olanlarız. Bu kafayı koparmak lazım, kendimizi etiketlemek için hayallerimizi tavanarasına kaldıranlarız.

Bu aralar üst üste geldi, hayalleri hayatlarının gırtlağını sıkmaya başlamış insanlar ne çok. Ömrü boyunca naylon hedefler kovalamanın yakalasan da tat vermediğini, toplum istediği için evli, kadınlar öyle sevdiği için kaslı, özgeçmişinde şık durduğu için bıdı bıdı holdingin çalışanı olduğunu fark edenler buraya. Kürk Mantolu Madonna’yı okumuş gibi yapanı kınayabilmek için Sabahattin Ali’yi gugıllayanlar sonraki vagona. 

Hem duymaktan, hem de söylemekten asla bıkmayacağım: ne yaşıyorsam benim eserim, benim seçimim. Çatlamaya cesaret gösterememişsem gösteremeyeceğim anlamına gelmez. Tohumun uykudaki hayata hazırlığını yaşıyorumdur belki ya da değil. Şükürler olsun yüzüme çarpıp beni uyandıran her şeye. Bu kadar lafı aslında tek bir kişi için yazdım, en kıymetlime... 
Not: Gaza gelip tokatlamaya kalkışan olursa burnunu iki parça ederim=)
Öpüldünüz...







15 Ekim 2016 Cumartesi

SOL ELİM


Tek elle yazmak zormuş. Dün sol elimi kırdım, zayıf olduğunu düşündüğüm, pek iyi çalışmayan sol elim. Sol kroşem zayıftır, telefonda mesaj bile yazamam sol elle, ama alçıya alındığında epey hissediliyormuş eksikliği. Acil servisteki sevimli doktor gıda zehirlenmesiyle gelip alçıyla çıkan ilk hasta olarak tarihe geçtiğimi söyledi. Alçımı yapan bayan ise o yemekteyken olanları kaçırdığını, bunu nasıl başardığımı sordu. Bunu anlatacağım, ama önce hayatımda beni motive eden şeylerden bahsetmek istiyorum. Herkesin böyle bir listesi olmalı çünkülük, göz önünde durmalı. 

En başında zümrüd-ü anka efsanesi var, ilk dövmem. Efsanenin benim sevdiğim metnini şuradan okuyabilirsiniz:

http://sgmyazilim.com.tr/saygigunenc/efsanevi-simurg-zumrudu-anka-kusunun-hikayesini-bir-de-benden-dinleyin/

Efsaneye göre, kurtuluş beklediğin şeyin en sonunda sen olduğunu anlarsın, çok çabalardan, çok fedalardan sonra... Bana ne zaman altından kalkamayacağımı düşündüğüm bir şey olsa, bu yangınla yeni bir ben olarak mücadele edebileceğim gücün içimde bir yerlerde olduğunu hatırlatır dövmem. Acıya, yangına çok büyük saygım var bu yüzden, içinden bir kez geçtiğinde asla eskisi gibi olmazsın. Çoğu insan yaşadıklarının insanları sertleştirdiğini söyler. Her yokuştan daha güvensiz, daha temkinli çıkarlar. Bu bana hayata küsüş gibi geliyor. Çok düşündüğümde bulamadığım, kalbimde hissettiğim şu ki hayatın bir yapıtaşı varsa eğer, içinde korunma duvarı, güvensizlik, şüpheler ve korku olmayan bir sevgi taneciği olsa gerek. Hastalanmış yaşamlarımız yapıtaşını bozduğumuzdan...

Kendimi bildim bileli bir hayvanseverdim. Öyle bir aileden de gelmiyorum üstelik. Hayvanat alemini izledikçe hayatımın ikinci büyük motivasyonunu hediye etti onlar bana, hayat enerjisi. Hayvanın iki bacağı tutmuyor, birileri merhamet gösterdi diye hayatına devam edebiliyor, ama zıplamaya başlaması için mamayı görmesi yeterli. Hayatın tek gayesi neşe olmalı ama biz arayıp bulamazken hayvanat hiç kaybetmiyor neşeyi, bizse onların varlığını küçümsüyoruz. Hayvan ölsün diye bir kuyuya atılmış, bulunduğunda yüzü kurtlanmış bir et parçasına dönüşmüş. Tedavi etmeye başladıkları anda başlıyor mutlu mutlu kuyruk sallamaya, çünkü “an”da yaşıyor. Öncesi sonrası yok bir zamanda mutlu, neşeli. Bizimse günlük, haftalık, beş yıllık, ömürlük planlarımız var. İş görüşmelerinde soruyorlar, beş yıl sonra kendini nerede bıdı bıdı? Beş yıl sonra bu ülkenin, en azından bu şirketin varlığını sürdürebileceğine garanti vermezlerse cevaplamayın bu soruyu. 

Hayaller, müzikler ve uzak şehirler var listemde. Derine derine dalarken insan geniş açıyı kaybeder. Bu üçü hep başka bir hayatın mümkün olduğunu hatırlatır bana. Aç kızım kanatlarını! Azcık yüksel şu yeryüzünden! Bak kördüğüm dediğin şeyler aslında okyanusta damla bile değil. Gözünün görebileceği, gönlünün isteyeceği her yer sana yeni başlangıç... Gücün var mı bozup yeniden yapmaya, onu söyle sen... Ataların nasıl yaptı? Okunu fırlatır , düştüğü yere kurarsın çadırını en kötü, bir kez yaptın, yine yaparsın... Yerlerde sürünen tansiyonum yükselsin diye koluma bağlanmış serumun damlalarını sayarken içimden sayıklıyorum acil servis sedyesinde, herşeyi yoluna koyup Hindistan’a gideceğim Serpil teyzeyle, her gün duş almazsa çıldırmanın eşiğine gelen ben, evet. Koğuşta yerde yatıp bütün yükümü bırakmadan dönmeyeceğim geri...

Yavaşça toparlanıyor herşey. Röntgene girecekmişim, tansiyonum düşünce yere kapaklandığım, omzumu vurup elimin üstüne düştüğüm için. Tekerlekli sandalye geldi, “Haa, yok ben yürürüm.” , ayağa kalkış, geri sedyeye çöküş... İki tarak kemiğim çatlamış. Omzum sağlam. Alçı yapıldı. Verilen ilaçlardan, serumlardan kafam çok güzel. Arayanlara ne kadar iyi olduğumu falan anlatıyorum bütün gece. Hastanedeykense yandaki sedyede damar yolu açılırken ağlayan kız çocuğuna laf atıyorum , susturuyorum kızı, “ Bak bana kocaman alçı yaptılar” diye. Bugünü de tarihe böyle not ediyorum, sağlamsa eğer sol elinizi öpün, ona iyi davranın. 

9 Ekim 2016 Pazar

YANGIN MERDİVENİ


Garip şeyler yapma zamanım dolunay geceleridir normalde. Bu gece ay yarım limon dilimine benziyor. Yedinci katın yangın merdiveninden sesleniyorum, “Benden sevgi değil canımı istesen
Boynum kıldan ince vur gitsin beni”. Özenle biriktirdiğim anılar oynuyor yine gökyüzünde, açık hava sineması gibi. Ben yine yeniden yeniyetmeliğimde yazlıkta yaptığım gibi denize nazır yangın merdiveninden denizi seyrediyorum. Bu sefer Ege karşısı. Kafam dolu, termos kupam da, ikisinin de içinde ne olduğunu sormayın…
İnsan kuş misali, hayat düş misali. Nerdeeen nereye desem, uça uça gelip yine yirmi yıl önceki gibi dokuzuncu katın yangın merdivenine konmuşum. Yol uzun da, uzağa çıkmamış demek. Ondan belki yıllar geçmemiş gibi geliyor. İbrahim Tatlıses hala şarkı söylüyor, Ajda Pekkan hala hayatta, ben de hala patenleri ayağıma geçirsem buradan Alsancağa kadar kayarak gidebilirim bu durumda…
Ne kağıt, ne kalem, ne ateş var elimde bu gece. Bir dileğim yok, bin tane var. Hepsini unuttum, hatırlasam da yazamazdım, yazsam da yakamazdım yoksa yirmi yıl öncesindeki gibi yangın merdiveninden kovalardı komşular çünkülük. Çok gurur duyuyorum bu gece kendimle, nedeni yok. Olsa da söylemezdim, onun yerine bir İbrahim Tatlıses şarkısı daha söylerdim. Ciddi şeyler konuşmak için çok kısa geceler. Şarkı söyleyip dans edince de çabuk bitiyor. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, yeterince dans edemiyor ömrü boyunca. Halbuki akıl hocam Osho diyorki, hayatın tek amacı neşeymiş, neşeyi kaybedince herşeyi kaybedermiş insan. İşte tam da bu yüzden en sevdiğim yer Ölüdeniz sahilindeki aşçısından, garsonundan müşterisine kadar herkesin dans ettiği Help!. Umarım henüz kapanmamıştır ve ben biraz daha uçup konana kadar daha sürdürür varlığını. 
Söyleyeceklerim bundan ibaret. Benim yine adını unuttuğum şu yenilenme hormonundan salgılamak istiyorsanız, gidin yatın geç olmadan. İbo’dan şarkılar dinlemek isteyen varsa 9. Katta yangın merdivenindeyim. İyi geceler dünyam, iyi geceler bir şekilde hayatıma dokunmuş insanlarım 