26 Eylül 2015 Cumartesi

Dükkan Kapalı



Ben bir kitap okudum. Yazarı benim yaşımda, sanki okuduğum sürece nerdeysem yanımda oturup benimle sohbet etti. Vapurda yan koltukta, ben arada kafamı sayfalardan kaldırıp denize, martılara, ufka bakarken benle konuşmaya devam etti. “Sırayla düzelir herşey, önce topraklanmak lazım” dedi, ya da ben öyle anladım. 

Ben bir yere gittim. Gezmek iyidir, insanın sürekli çalışmak için yaşamadığını hissettirir. Başetmeyi iyi bilsen de üstünde, ceplerinde biriken laflar, endişeler, boşvermelikler, kurup kurup yapmadan bozmalıklar, durmadan hızlı geçtiğin her durak, birikir. Cookie bazen ıslakken bir silkeleniyor, kulaklarından ensesine, göbeğinden kuyruğunun ucuna kadar bütün etleri bıngıl bıngıl sallanırken üstünden bütün suları atabiliyor. Denedim ben, öyle silkelenemiyorum. O yüzden de birikenleri atmak için biraz müzik, biraz sakinlik, biraz da dinlemeye alışmadığın insanlar gerekiyor. Sonuçta ben gidiyorum. 

Buzdan sularında yonca gibi otların titreştiği bir yerde konuşmamak, kalabalıklar içinde olmamak, şehre ait araba seslerine uzak kalmak, sadece akan suya bakmak ve etraftaki en hareketsiz canlı olmak , sadece bir bitki gibi bildiğin şekilde nefes alıp verip minimum hayat belirtisiyle yaşamak yabancı. Aksiyon insanıyım ya, bir yerlerden atlamam, bir yerlere tırmanmam, o da olmadı araba üstünde bir aksiyon yaratmam lazım ama dükkan kapalı. Zaman zaman düşünme yeteneğimi kullanabildiğim doğrudur, onu bile yapmayacak kadar kapalı dükkan. Düşünebildiğim tek şey, bir sonraki hayatımda suda yüzen ördeklerden biri olarak dünyaya gelip mutlu mesut yaşayabileceğim. Sudaki yonca kılıklı yosunlardan olmayı da seçebilirdim ama arada ses çıkarmam lazım. 

Bi tane film izledim bugün. Birkaç tane soru vardı dün gece kafamda. Hepsinin cevabı çocuk kalmakmış. Cevap eğlenceli ya soruların hiç önemi yok. Ben şimdi boşalttığım ceplerime doldurdum bulduğum cevabı, soruları denize attım, denizi yaktım, balkonda martini içiyorum. Ceplerimde bir cevap, bol hayal, susunca kelimelerine kavuşan balık gibi biraz daha idare ederim. Sonra yine bir kitap, bir sahil kasabası, bir animasyon filmi... Sokak lambasının ışığında yağan yağmuru izleyim, yağmurda etraf toprak koksun, tanıdık kokuları, unuttuğun cevapları, güzel arkadaşları, arsız  kahkahaları değil küçük gülüşleri doldurur ceplerime biraz daha giderim. 

Bir de galiba birkaç tane küçük köpeğin karnının doymasını sağladık tatlı arkadaşlarımla. Ben Çelin, bu da benim bayramım...



12 Eylül 2015 Cumartesi

Kanatlı Yazı


Ben dünyayı var eden güzel bir gücün varlığına inanırım. Bir de kuşların hayatımız üzerinde güzel etkilerinin olduğuna. Bugüne kadar anlamamış olamazsınız, bu yüzden bebekleri leylekler getirir tavşanlar değil , ve bu yüzden barışı temsil eden bir zebra değil güvercindir. 

Fark etmeye henüz başlamadığımız zamanlara geri dönüp ilk kanatlı anıları yokladığımızda bir sürü işaret çıkar. Çocukken ilk yaptığım sulu boya resim bir kuğu resmiydi ve babamla arka balkonda çamaşır sepetiyle tuzak kurup sevip bırakmak için güvercin yakaladığımız zamanlardı o zamanlar. Annem kızardı bu bitli kuşları banyoya soktuğumuz için. Olayın kahramanı ne ben ne babam ne de annem aslında, olayın tek kahramanı yemi yiyip çamaşır sepetinin içinde hapsolan güvercin. 

Hatırlayabildiğim en eski çocukluk anılarımdır bunlar benim. Babamın kuşlara özel bir ilgisi olduğunu bilir, başka pek bir özelliğini bilmezdim. Üniversiteyi bitirdiğim sene doğum günümde ilk dövmemi yaptırıp eve geldiğimde fark ettim, iki sene boyunca dövme fotoğraflarına baktıktan sonra bu olsun diye görür görmez seçtiğim resim de kanatlarını kocaman açmış bir kuştu. 

Karşımızdaki apartmanın çatısındakiler güvercin beslemeye başlamışlardı, çatılarından havalanan paçalı taklacı çilli güvercinleri izlerdim. Çocukluğumdan beri en çok zaman geçirdiğim yerlerden biri Kuğulu Park’tı. Kuğulara leblebi atardım, onlar da ağızlarını açıp havada kaparlardı. Martıları tanımazdım o zamanlar, İzmir’e geldiğimde ilk evim çatı katındaydı ve o zaman geceleri çatıda duyduğum minik adım seslerinin martılara ait olduğunu öğrendim. İlk kez fotoğraf makinası alıp çekim yapmayı öğrenmek için sahile gittiğimde bir karga gelip bana resmen poz vermişti. Ve üzüntü dolu bir haberi aldığım gün bir avuç yem alıp kuşları yemlemek bana iyi bir fikir gibi gelmişti. 

Bugün yine elimde fotoğraf makinem, vapurdan inip işe doğru Konak Meydanı’ndan yürürken kuşçunun yanında buluyorum kendimi. 
“Birkaç gündür yoktun abi?”
“Sağlık sorunu, uğraştım biraz... Sen nasılsın, ne var ne yok?”
“Çok şükür, yok bi yaramazlık...” (Aslında tatsız bir haftanın ucundan çekiyorum...)
“Dur, bak gitmeden sana bi fotoğraf çektiricem, hazırlan.”
Alıp makineyi yere eğiliyorum, kuşlara en yakın olacak şekilde.
“Hazır mısın?” 
“Evet” dememle bir avuç yemi savuruyor ve kanatlarını kocaman açmış bir sürü kuşu havada çekiyorum.
“Hadi bakalım hayırlı işler şimdi...”
Adını bile bilmiyorum. Bir sigara içimlik zamanda buraya her gelişimde güzel bir anıyla ayrıldım. İçten gülüşler bunlar. Gerçekten kuşların insanlar üstünde güzel etkileri var, anlamak için gerilere gidip kendi kanatlı anılarınızı bulmaya çalışın. Bugün kendinizi mutlu bir insan olarak tanımlıyorsanız eğer, kanatları mutlu hikayelerinizin bir yerinde mutlaka bulacaksınız. Kendinizi mutlu bir insan olarak tanımlamıyorsanız, etrafınıza biraz bakınıp mutluluğun ilk ipucunu bir martı veya serçenin size cıvıldamasına izin verin. Mesela affetmekle boş vermenin aynı şey olmadığını, insanlarla ilgili çok fazla öfke ve haksızlık taşıyorsanız minicik yüreklerinizde, boş vererek değil, affederek hafifleyebileceğinizi size söyleyen, buraya yazan ben değilim, bir kuş...

9 Eylül 2015 Çarşamba

9 EYLÜL


Karşımda gözleri çektikleri tinerden şaşı olmuş, oturdukları köprü altında dünyadan kopmuş iki tane çocuk. 
Çocuklardan biri bize doğru geliyor, diğeri oturduğu yerde uzaydan bize bakıyor. Yaklaşan çocuk 1 lira istiyor. Diğeri uzaydan dünyaya doğru kusuyor oturduğu yerde. Yanımdaki arkadaşım çocuğu alıp, bali çekmek yerine karton toplamasını, günde kendisine fazlasıyla yetecek kadar para kazanacağını söylüyor. Çocuğun ensesini okşuyor bir abi gibi, sırtına pat pat yapıyor, çocuk kafasını sallıyor, dönüp uzayda ikamet eden arkadaşının yanına yürüyüp çömeliyor. Çok kısa konuştuktan sonra poşetleri geri ağızlarına dayıyorlar. 

Bugün İzmir’in düşman işgalinden kurtulmasının yıl dönümü, 9 Eylül ve Pazar gününden beri onlarca şehit ve yaralı haberi aldık.
Geçmişte kazanılmış zaferin kutlamasıyla  şimdiki zamanda yaşananların protestosu birlikte olacak bugün. 9 Eylül İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşu ve teröre karşı protesto yürüyüşü yapılacak. Bu sırada köprüaltındaki iki velet bir yerlerde sızacak, belki başlarını belaya sokacak hatta belki tecavüze uğrayacaklar.

Hayatın gerçekleri ağır geliyor değil mi, öteki tarafa bakmak hep daha kolay. Tıpkı bizimle birlikte köprünün altında beklemekte olan 50’li yaşlarındaki iki bayanın yaptığı gibi. Çocukların bize doğru baktığını fark ettiklerinde hem gözlerini onlardan ayıramadan hem de çocuklarla gözgöze gelmemeye çalıştılar sonra çocuk bize doğru yürümeye başlayınca tamamen arkalarını döndüler. 

İzmir, sen çok güzelsin. Hatta Teoman’ın ara ara dilime takılan şarkısında dediği gibi “O kadar güzelsin ki çok çirkin kaldım yanında...” Sen güzelsin, sabahın güneşle denize pırıltılar dökerek başlar ve benim yaşadığım yerde pelikanlar denizin üstünde alçaktan uçarlar. Bu sırada bazı savaş uçakları da teröristlerin mevzilendiği alanlarda alçaktan uçar. Köprünün altındaki tinerci çocuklar da alçaktan uçar.

İzmir sen beni çok mutlu ediyorsun. Hatta burda mutluluğun tanımı değişti benim için. Benim yaşadığım yerde mutluluğun kahvaltıyla bir alakası vardır şairin dediği gibi. Güzel İzmir sabahlarında kahvaltı ederken keyif ve mutlulukla, doğuda bir dağın bir noktasındaki asker çürük domateslerle ettiği kahvaltıdan şikayet etmezken, yakalanan teröriste hazırlanan kahvaltıyı gördüğünde kahvaltının mutlulukla bir alakası olmadığını keşfettiğini yazar Facebook’a. O sırada sızmış olan tinerci çocuklara tiksintiyle bakmamak için yolun kenarında kahvaltısını eden hanımefendiler çocuklara en uzak masayı seçer. Kahvaltıda yedikleri ekmekleri kürt bir adam pişirir fırında, telefonundan çaldığı Ahmet Kaya şarkılarını dinlerken.

Kaç tane Türkiye var bir Türkiye’nin içinde? Kaç tane İzmir var bu güzel şehrin içinde? Bir insan kafasını görmek istemediklerini görmemek için en fazla kaç derece çevirebilir? Kim hesaplayabilir, kim verebilir hesabını bu olanların? Çok tipli insanların bir coğrafyada milyon tane farklı hayatı yaşamasıdır Türkiye ve bana martı kanadındaki umut, elimi uzatsam dokunacak kadar yakınımdaki çocuğa köprüaltında uzay mekiği İzmir.

2 Eylül 2015 Çarşamba

ÖLÜM


Bugün kimsenin düşünmek istemeyeceği ölüm üstüne düşünüyorum. Suriye’den can havliyle kaçarken umut tacirlerinin elinde hikayesi son bulan, bir teknede yaşama koşarken ölüp kıyıya vuran bebek ve çocuk cesetlerinin üstüne mesela. 

İzmir’de yaşıyorum, başta Halkapınar’da gördüm geçen kış Suriye’den kaçıp İzmir’e gelen insanları. Kış soğuğunda çıplak ayağında bir terlikle dolaşıp dileniyorlardı. Alsancak’ta dileniyorlardı. Konak’ta, Basmane’de yol kenarlarında, parklarda, kaldırımlarda evsiz, yurtsuz yaşamaya çalışıyorlardı. İçlerinden bir tekneye doluşup, insan tacirlerinin elinde kendi acı sonlarına gidenler, sonra karaya vuran bebek cesetleri...

Ölümün bin tane şekli var. Terör en büyük ve acı gündem maddemiz bu ara. Genç, ama gerçekten genç hatta daha yeni genç olmuş çocukların ellerinde silah, ömrünü o dağlarda geçirmiş teröristin karşısında bilmedikleri bir coğrafyada dağda, ya da şehirde hain bir pusuda alınabiliyor elinden hayatı. Erkek değilim, askerlik benim gerçeğim değil, en fazla hayal etmeye çalışırım ben o koşullarda olmak zorunda olsam ne yapar, ne hissederdim diye. Bir şeyler geçer belki aklımdan, ama bilemem onlar ne hissetti? Ya da tekne batarken suya gömülürken nefesleri ne hisseder insan? 

Ölümün bin tane şekli var. Peki kimse biliyor mu ölüm ne demek? Çok mutlu bir hayat geçirmiş, sevmiş, sevilmiş, bir dünya iyilikler etmiş, mükemmel bir hayat yaşamış bir insan öldüğünde ağlamaz mı yakınları? Ancak böyle yaşanırdı, ancak böyle güzel var olunurdu dünya üstünde denemez mi arkasından mesela gidenin? 

Ölüm bir gitmek midir acaba? Ben dedem öldüğünde gitti demedim hiç. Gitmedi çünkü. Bende kaldı. Küfür ettiğimde dilimde kaldı, hastayken gizlice parkta dondurma yediğimde sanki bankta yanımda oturuyordu. O da öldü aslında, ama sanki bedeninin, çekik gözlerinin, çim adam saçlarının , güneş lekesi ellerinin elimle dokunabileceğim alemde olmaması beni ondan uzağa koymadı. 

Peki ya boğulan o çocuklar? O şehitler? Onlar yarım kaldı. Dedem uzun yaşadı. Güzel yaşadı, mutlu yaşadı. Onlar bebekken öldü, gençken öldü, yapay öldüler. 

Ölümün yapayı var, evet. Suni bir savaş icad edildi laboratuarlarda. Pazarlandı savaş, tırlara yüklendi, gönderildi savaş. Savaş, dram, vahşet, kaçış yaratarak ömrüne ömür, parasına para, gücüne güç katan her soysuzun icadı ölüm. Gençlere, bebeklere düşen bu ölümü onlar icad etti. 

Bir keresinde eski çalıştığım işyerinde bir bişey( insan demek istemiyorum) otoparka hızlı girdiği için kontrolünü kaybedip, orda yaşayan birlikte oynayan köpek yavrularından birini arabasıyla ezmişti. Çok ağlamıştım. Elimde verdi son nefesini. Öğleden sonra aynı otoparka geldiğimde iki tane trafik babasının arasına şerit çekilmiş, ne olduğunu merak edip yaklaştığımda siyah bir kedinin o sırada orada doğum yaptığını görmüştüm. Suni olarak eksilen bir hayat yerine doğa bir mucize göndermişti sanki bize. Dünyanın bir dengesi olduğunu o gün anlamıştım. 

Peki neresindeyiz o dengenin biz insanoğlu olarak? Herşeye yetecek teknolojimiz yeni hastalıklar üretip ilaç satmak için, savaş çıkarıp silah satmak için, mutsuz insanlar yaratıp uyuşturucu satmak için çalıştığı sürece dönsek arkamızı, şifayı otlarda, barışı ölümü henüz icad edilmemiş çocukların gülümsemesinde, mutluluğu doğada arasak bulamaz mıydık? Ne gerek vardı bütün bunlara be? Çocuklara kahramanlık hikayeleri anlatırken bir vuruşta on kişiyi deviren atasını değil, azıcık erzakla ailesini doyuran anasını anlatsaydık ne vardı? Öyle hayatlar yaşasaydık ki ölüm bize selam dursaydı bizi götüreceği yere taşımadan önce... Çok mu zordu içine etmemek şu dünyanın? Bravo hepimize şimdi. Bu düzen inşa edildiyse bir noktasına bir tuğla da biz koymuşuzdur illa ki. Belki sadece ses çıkarmayarak, belki sadede ölüm üstüne düşünmek istemeyip yüzümüzü çevirerek...