21 Haziran 2016 Salı

AMSTERDAM GEZİ//Haziran 2016



Dikkat! Bu yazı Amsterdam klişelerini içermez...


Tertemiz çimenler, müzenin önündeki sokak çalgıcılarının bir saniye ara vermeyen muhteşem müziği, arkada kurulmuş panayır, el yapımı eşyalar, giyecekler ve küçük arabalarda yiyecek satan eğlenceli insanlar, bulutların arasından sonunda kendini gösteren güneş, kuş sesleri, başka sesler, neşeli, huzurlu sesler, karşıda parkın geniş alanında futbol oynayanlar... Üç günlük koşturmacanın sonunda artık dinleniyorum. Anlatacak çok şey var, anlatmakla da bitmez ayrıca.


Şehir küçük ama her metrekaresinde yazacak, çizecek, fotoğraflayacak, öğrenilecek, seyredilecek ve yorumlanacak öyle çok şey var ki... En önemlilerinden başlayayım: “Liberté, égalité, fraternité”... Yani özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, burada metro anonsundan sonra en çok duyduğum şey. Aslında Fransız devriminin mottosu, buraya da Fransızlarla birlikte gelmiş ve sahiplenilmiş. Bunu dövme yaptırmış insanlar da gördüm. Nereye gitsem, yapılan şehir anlatımı “Amsterdam herkesi kucaklayan, arkadaş canlısı bir şehirdir” diye başladı. Gerçekten de yön kavramı olmayan biri olarak kime gitsem “Elindeki haritaya bak” demedi, kime ne soru sorsam (bazen gerçekten çok uçuk sorular sordum) , kalabalıkta kime çarpsam, kiminle göz göze gelsem buram buram yabancılık akan yüzüme kocaman gülümseyerek cevap verdi.

Ben olabildiğince burada gördüklerimle kendi ülkemin şehirlerini kıyaslamadan anlatmaya çalışacağım. Sadece, önce bize bu bereketli toprakları bırakan atalarımıza şükrederek başlamak istiyorum çünkü meyveyi tane tane alıp bu kadar kısıtlı malzemeyle bu kadar kısıtlı çeşit yemeğin olduğu bir şehir görünce ne kadar büyük bir serveti harcadığımızı canlı canlı anladım. Kıymetini bilmiyoruz, bunu biz kendi kendimize yapıyoruz. Ülkemizin her yanındaki bolluğu ve kaynakları bizi zenginleştirecek değil fakirleştirecek olanların idaresine bırakarak yapıyoruz. Zenginleşmeyi değil bağımlılaşmayı kabullenerek yapıyoruz, kabulleniyoruz ve mücadele etmiyoruz. Tarımı, turizmi, el sanatları, kendi kültürü, mutfağı, yıldız gibi parlayacağı bir sürü kaynağı varken bu ülkenin giderek küçülmesi hepimizin eseri.

Amsterdam’a dönersek, İnsanlar gerçekten güzel, erkeği, kadını, yaşlısı, genci hep güzel ve çok şık. Herkes incecik. Birinci nedeni yemek olmaması, ikinci nedeni sürekli bisiklet üzerinde olmaları olsa gerek. Topuklu ayakkabılarla, mini eteklerle, takım elbiselerle bisiklet sürüyorlar, yüklerini taşıyorlar, bisikleti bir uzuvlarıymış gibi kullanıyorlar. Her yerde bisiklet yığınları var. Bisikletler de 7/24 kullanılmasına rağmen öyle yepyeni, son model değil. Çoğu eskimiş, bazıları sprey boyayla yeniden boyanmış, kullananın zevkine göre renkli çantalardan basit meyve sebze kasasına, köpek taşıma çantasından renkli kutulara kadar çeşitli aksesuarlarla kullanım amacına uygun şekilde kişiselleştirilmiş. Bir de bisiklet trafiği var, kaldırımın bittiği yerdeki kırmızı hatta bisikletler gidiyor. Karşıdan karşıya geçerken mutlaka kontrol etmek lazım.

İnsanlar şık ama tek tip değiller. Herkes kendine göre giyinmiş, sade ama çok hoş. Zenciler biraz daha süslü. Saçları parlayan, abartılı takma tırnakları olan, fazla makyaj yapan genelde onlar. Kadın erkek herkesin elinde büyük çantalar var, bir de su şişeleri çünkü su çok pahalı. Şişeyi aldın mı yudum yudum tüketiyorsun ve şişeni de taşıyorsun.

Temizliğe gelince, senelerdir insanlardan duyduğum Avrupa şehirlerinin ne kadar temiz olduğu miti indiğim anda yıkıldı. Çöp de atıyorlar, izmarit de, balgam da... Kanallar nedeniyle her yerde köprüler var, köprü altları idrar kokuyor. Metrolarda ortalığa bırakılmış içki ve içecek şişeleri gördüm en çok. Bunların sebebi büyük ihtimalle şehrin yerleşik insanlarından ziyade turistler, ama yapmaması gereken bir şey yaptığında da kimse birbirini uyarmıyor. Umarım daha fazlası olmaz, bu kadarla kalır kirlilik.

Ben bugüne kadar gerçekleştirilmiş en masum Amsterdam gezisini gerçekleştirmiş olabilirim. ( Tabi kimse madalya takmayacak bundan ötürü...) Bir nefes bile uyuşturucu almadan geri dönmeyi başardım. Amsterdam müzesinde anlatımı var, kuvvetli uyuşturucuların kullanımını azaltmak için kontrollü bir şekilde şehirde hafif uyuşturucuların kullanımına izin verilmiş. Ama sonuçta şehir marihuana cennetine dönüşmüş. Coffee shop’larda içilebiliyor, alıp sağda solda içenler de çok. Pek çok kalabalık caddede, ara sokakta, kanal kenarında veya manzarası iyi olan herhangi bir yerde ellerinde sarı kağıtlara kalın sarılmış sigaralarla insanlar oturup duruyor, bazen keyfe gelip bir şarkı söyleyenler, çığlıklı kahkahalar atanlar falan oluyor. Bu rahatlığa rağmen kavga veya polis görmedim hiç. Bir de kokusu var, açık hava çok kokuyor. Sabah dokuzda kahvaltıya merkeze geldiğimde bile koku ve o sarı sigaralar çoktan meydana çıkmıştı. ( Bana göre hafif ya da değil, uyuşturucu uyuşturucudur. Öyle yorgun bir şekilde geldim ki şehre, Coffee shoplardan birine girip biraz takılsam mı diye çok düşündüm ,yalnız olduğumdan da değil ama içimden gelmedi. Bazılarının da uyuşturucusu ya da tetikleyicisi sırtüstü yere yatıp bulutları seyretmek olsa gerek. Sanırım doğuştan kafam güzel  ) Şu meşhur Red Light (genelevlerin olduğu, vitrinde kadınların bulunduğu sokak) iki kere gittim, ikisinde de erkendi heralde perdeler kapalıydı, birşey göremedim. Daha geç saatte de tekrar gelmek yerine bütün gün meraklı meraklı oradan oraya yürümekten ağrımış ayaklarımı dinlendirebileceğim sakin yerlerde oturdum. Zaten fotoğraf da çektirmiyorlar, haber değeri yok benim için.
Beni benden alan en güzel şey şehrin yemyeşil olmasıydı. Merkez bile o bina, cafe, bar, mağaza kalabalığı içerisinde yemyeşil. Kalabalıktan bir sokak arkaya geçince saklı cennetler gibi güzel sokaklar çıkıyor. Ben de kaybolunca keşfettim. Her yer park gibi. Devasa parklar var. Havuzlar, havuzların içinde nilüferler, envai çeşit ağaç, kuş sesi, çiçek ve banklarda okuyan insanlar, çimenlerde yayılmış insanlar, sakinlik ve gerçekten kendinle başbaşa kalabilme lüksü. Sırf parkta oturmak için gelinir bu şehre öyle söyleyim...














Gitmeden internette hayvanat bahçesinin çok güzel olduğunu okumuştum, hayvanat bahçeleri esarettir, ama iyisi varsa çocuklara özellikle hayvanları öğretmek için faydalı olacağını düşünüyorum. Gidip gözümle görmek istedim. Hayvanların alanları evlerin bahçeleri gibi tasarlanmış. Dışarıyla da hayvanın tipine göre sadece su kanalı veya tellerle çevrelenmiş. Alanlar hayvanlar için küçüktü. Develer hariç hayvanlar bakımlı görünüyordu. Özel atmosfer isteyen hayvanlar için iklimlendirme yapılmıştı. Yine de alanlarda hayvanlar o doğal yaşam enerjilerini kaybetmişler. Gorillere, beş metrelik timsaha ve çok enteresandır ki ömür boyu kabusum olan tarantulaya üzüldüm en çok. Güzel fotoğraflar çektim, bir gün gerçek yaşam alanlarında görmeyi diledim ama akbaba gibi et yiyen hayvanlara yem olarak atılmış ölü kuzuları görünce buna ne kadar hazır olduğumu bilemedim.























Hayvanat bahçesinin bahçesi inanılmazdı. Yine bir sürü kuş sesi, sakinlik, dinginlik içinde kafesine oturup bir cheesecake aldım ve parçalarıyla serçeleri besledim masamda. Dışarıdaki kuşlar öterken dönüp onlara bakan adını unuttuğum güzel bir kuşun bakışını yakaladım bir fotoğrafta, o anın hüznü içimde asılı kaldı. Nadide ve güzel olanın hapis hayatı ve alelade serçenin özgürlüğü iki boyutu hayatın. Daha da çok boyutu var, yaşadıkça öyle küçük anlarda karşımıza çıkıyor işte...





Kaldığım yerde çok fazla sokak hayvanı vardı, mesela tavşan, ördek, balıkçıl kuşu... Kuş sesleriyle uyandım hep ve ergen gürültüleriyle uyudum, otele gruplar halinde “HÖRÖLÖLÖLEYYY” diye girdikleri için.

Van Gogh müzesinde çok zaman geçirdim. Ben, annem, babam, pek çok arkadaşımız da resimle uğraştığı için aramızda resim sohbeti çok olur. Kesinlikle bütün hayatını, sanatını özümseyebilecek şekilde oluşturulmuş bir müze. Eserlerini canlı görmek bir yana, hayatının bölümlerini, sanatına nelerin etki ettiğini görmek harikaydı. Yazmıştım, tekrar yazıyorum. Başarı asla tesadüf değil. Kendisinden senelerce şüphe etmiş, gerçekten yeteneği olup olmadığına önce kendisini ikna etmek için onlarca sene harcamış. Resimleri alıcı bulmadığı için kimse ona modellik bile yapmamış. Tuvali olmadığında çay örtüsü dedikleri kumaş peçetelere çizmiş boyamış. Aklına gelen bir konuyu defalarca çizmiş küçük defterine eskiz olarak, sonra hesaplayarak tuvale oturtmuş. Boyamış, beğenmemiş tekrar tekrar... Bir konu defalarca resmedilmiş, kendisi tatmin olana kadar. Sonuçta bazı psikozlara girmiş ve son resimlerinin konuları yattığı akıl hastanesinin bahçesindeki ağaçlar ve çiçekler olmuş. Böyle güzel bir görüye sahip olmasına rağmen de kendini boynundan vurarak hayatına son vermiş. Öyle çok mesel var ki bu yaşam öyküsünün içinde, ben çıktığımda bir süre daha orada kaldı aklım.


Müzenin bahçesi de ayrı güzel ama kırk sekiz saatlik bir City Card aldığım için kart geçerliyken görmek istediğim yerleri gezmek için acele ettiğimden orada vakit geçiremedim. Ertesi gün kartımın süresi dolduğunda gidip havlumu serip miskin miskin oturdum, yattım, döndüm yuvarlandım, sırt üstü yatıp bulutları izledim, sarhoş oldum, bulut oldum, mavi gökyüzü oldum, güneş oldum, rüzgar oldum, çimen oldum, müzik oldum. ( Hayır, mantar ya da türevi de yemedim...)
Özetle, ilk defa yalnız seyahat etmek için Amsterdam doğru yermiş. Beni yönlendiren Senem’in dediği gibi güvenli, rahat ve herkes İngilizce konuşuyor. İnsan biraz da ne ararsa onun peşine düşüyor, onu buluyor. Shantaram’da şöyle demişti Lin Bombay için: “Hindistan kalptir, bu şehirde çok fazla aşk var.” Burada da anlayış var, her gelene kucak açmış bir dönem çok fazla mülteci gelmiş. Çok eskilerde yazarlar kitaplarını çıkarabilmek için Hollanda’ya gelmişler. O dönemde “dokunduğunu altına çeviren” Hollanda herkese kapılarını açmış, “Liberté, égalité, fraternité” yani özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sunarak. Bugün ise çok fazla turist geliyor, akın akın dünyanın her yerinden gelen değişik kültürlerden insanlara Amsterdam anlayış gösteriyor. Kimseyi ötekileştirmeden, dışlamadan çemberinin içine alıyor gerekli süre için, sonra yenilerini bir kez daha...

Bu gezi benim kendime doğumgünü hediyemdi. Gezmek güzel ama esas hediye döndüğün yer, kendi hayatın olmalı. Ona da kaldığımız yerden yeniden başlıyoruz, bütüne bir adım daha yaklaşmış olarak...

11 Haziran 2016 Cumartesi

HAMAM BÖCEKLERİ VE ÇELİN


Garip bir sitede yaşıyorum. Sırf oturduğum binada bir köy nüfusundan fazla insan yaşıyor. Ben henüz en yakın komşularımla bile karşılaşmadım. Yirmi bir katlı binada yüzünü bile görmediğim insanların üzüntüsü, öfkesi, nefesi, telaşı birbirine karışıyor bana göre. Böyle balık istifi yaşamaktan hoşlanmıyorum. Eve girer girmez elimde iki dal adaçayı, yakıp bütün evi ( bütün ev dediğim beş adımda bitiyor aslında) gezdiriyorum. Zaten çok insancıl biri sayılmam, bir de bir-iki-beş-yirmi beş metre ötemde yaşayan insanların enerjilerini istemiyorum evimde. Bir de annemin arkadaşlarından öğrendiğim sirkeli su hadisesi var, ama fazla kokuşuk olduğu için bundan bahsetmek istemiyorum. 

Bir akşam uzatılmış mesaiden eve dönerken sitenin yan kapısından girdiğimde garip, renkli bir şeye takılıyor gözüm. Önce birinin ağacın gövdesini boyadığını sandım. Sonra bir daha bakınca yorgunluktan saçma bir şey gördüğümü düşündüm çünkü ağacın kocaman gövdesinde renkli mandalalar gibi örülmüş dantelden bir elbise olduğunu görüyordum. Yaklaşıp seyretmeye başladığımda esas enteresan olan benden başka kimsenin bu kostümlü ağacı bakmaya, şaşırmaya değer bulmamasıydı. Bahçıvanlardan biri geldi, sordum, ağaca bunu sitede oturan birinin yaptığını öğrendim. Sanırım evimden kovaladığım komşu enerjilerinden biri zararlı değil, renkli ve eli becerikli birine aitmiş, ve tabi bir ağaç giydirecek kadar deli.

Her akşam eve girmeden Niku’yla biraz zaman geçiririm. Bir akşam oldukça geç bir saatte  Niku’nun göz damlasını yapmak için zavallı kediciği çekiştirirken bir çift gözün bizi normalden biraz fazla izlediğini fark ettim. Köpeğiyle bankta oturup, diğerlerini kovalayıp sitenin en çirkin kedisiyle konuşan bir insan gördüklerinde biraz izliyorlar beni, buna alışığım ama bu seferki yanımıza gelip ilacın adını ve kediye ne olduğunu sordu. Anlattım, bu beyefendi meğersem göz doktoruymuş. Niku’yu biraz daha fazla çekiştirerek ona doğru çevirip gözlerini görebileceği şekilde uzattım. Benden önce fark edip müdahale etmediği için kendine söylendi çünkü onların da kedileri varmış. Bana o damla işe yaramazsa kullanmam için başka bir ilaç söyledi. Biraz kediyle sonra da Kukiş’le ilgilendi, iyi geceler dileyip binasına girdi. Evimden enerjisini boşuna kovaladığım bir diğer komşu da şifacı ve kedici çıktı. Dediği ilacı kullandığımda Niku’nun gözleri daha iyi olmaya başladı, artık parmağımı takip edebiliyor, ışığa tepki veriyor ve göz kapakları büzüşmüş gibi durmuyor. 

Ah bu benim ön yargılarım, check valve gibi kendimi kilitleyiveren iletişimsizliğim... Eskiden beri sarmal sorunsalımdır insan sevgisinde kıt oluşum. Bunu çok kurcaladım, nasıl sevilir insanoğlu mesela trafikte gereksiz yere sarı düştüğünde korna çalmaya başlayan beş para etmez yaratıklar? Nasıl sabır gösterilir bunlara? Binbir çeşit zekasıza katlanmanın yolunu bana çok zaman evvel birisi öğretmişti, şeytan gibi zeki ve tabi ki hiç hümanist olmayan birisi: Biz onlar gibi değiliz, onlar hamamböceği, fazla kafana takma onları. Bu bilgiyle zor zamanları bir miktar kolaylaştırabildim. Mesela masasının başında oturmuş, tırnaklarını yiyip tükürerek etrafa emirler yağdırmaya alışmış devasa bir hamam böceği karşısında hayal gücüm beni böcekler aleminin çok renkli dünyasında gezdirirken... 

Böcekler arasında yaşamak insanın ızdırabını bir miktar giderse de bilenlere sormaya, anlamaya çalıştım, nasıl edinilir insan sevgisi? Sadece bir özden oluştuğumuzu bile kabul etmek bu kadar zorken bazılarıyla... Anlayamadım, tuttuğum bütün iplerin ucu boşa çıktı. Derken bir şey fark ettim, o bulamadığım tahammül ya da sevgi bir kenarda dursun, çevremde bir şekilde yoluma çıkmış herkesin bir şekilde saygıya değer olduğunu çok iyi hazmetmiştim. Kolayca söyleyebilirim ki, insanlar şanslarını çok fazla zorlayarak hamamböceği moduna geçmedikleri sürece benden hep saygı gördüler. Mesela ne kadar tam tersi empoze edilmeye çalışılsa da kimseyi çok geçerli bir sebebim olmadığı sürece beş dakika bile habersiz bekletmedim. İşinin gücünün arasında özel isteklerde bulunmadım, müziğin sesini bile etrafı rahatsız edecek kadar açmadım. Belki özümüz bir diye bana göre yanlış olanları kabullenip herkese kalbimde bir yer açamadım ama en azından herkesin varlığına bir saygı duyup bilinçsiz de olsa böyle davranmışım bugüne kadar. Bunun karşılığı aynı şekilde gelmediğinde de hiç bir zaman içlenip nefret etmedim insanlardan. Ne de olsa bütün saygıma rağmen neticede ben de sevgisizdim onlara karşı. 

Çiçek, böcek, ağaç ve kedi. Benim öğretmenim bunlar. Mesneviyi an itibariyle bir kenara atıyorum. Belki çevirenin bok yemesi, belki kitabın özünde var ama her ne olursan ol yine gel diye peşine düştüğüm felsefenin içinde “kadın gibi eksik olma” , “hayvanda sevgi noksandır” diye cümleler okumak hoşuma gitmedi. Kütüphanemde bile tutmayacağım, isteyen olursa seve seve veririm kitabı. Belki benden daha büyük bir sevgiyle peşine düşüp güzel birşeyler edinen olur bu kitaptan. Ben başka yerde aramaya devam edeceğim aşkı.