Tarih ve coğrafya hiç ilgimi çekmedi bugüne kadar.
Okuduğum süre boyunca tarih dersi tam bir karmaşaydı benim için. İki kişi aralarında geçen çok sıradan bir konuşmayı üçüncü şahıslara anlatırken bile farklı hikayeler ortaya çıktığından, tarihin özellikle uzak tarihin doğru bir şekilde sonraki kuşaklara ulaştırılabileceğine hiç inanmadım. Basit olaylar bile şahit olan göz sayısı kadar fazla şekilde yorumlanır, bu yüzden tarafsız, yorumsuz bir tarih bilgisine ulaşmak için çok fazla değişik kaynak okumak gerektiğini, buna harcanacak zamanı daha faydalı işlere ayırabileceğimi düşünürüm. Mesela, bugünün Türkiye’sinde olan biteni belli grupların sempatizanları büyük bir övgüyle ve hatta hayranlıkla aktaracaklar üzerinden yıllar geçtikten sonra kendilerinden sonra gelen nesile. Halbuki farklı görüşlere sahip başka insanlar rezalet olarak tanımlayacaklar günümüzde ülkemizde olanları. Bu iki uç arasındaysa gören göz sayısı kadar ara yorum olacak. Dinlediğin ya da okuduğun tarihin doğruluğu belki de sadece hangi tarafta olduğuna bağlı.
Coğrafya ise sadece uykumu getirirdi. Dağlar denize paralel paralel uzanırken benim de coğrafya kitabının üzerine uzanıp derin uykulara dalasım gelirdi. Uyuyamadığımdan yemek yerdim coğrafya derslerinde.
Tarihi sevmediğim gibi, sadece “eski”yi de sevmezdim. Eski eşyalardan kurtulmaya bayılırdım. Bir gün teyzesi anneme fal bakarken “Sizin evden büyük bir parça eşya çıkıyor, işşallah Selin’in çeyizidir!” demek isteyip daha cümlesini bitiremeden kuzenimden cevap gelmişti: “Yok, yok, yine kesin bu bişeyler atıyordur evden....” Bize sonraki gelişinde asansör kapısını açtığında apartman boşluğunda duran eski kristal abajurlarla karşılaşmıştı nitekim. Zaten çeyiz niyetine üç parça eşyam vardı, iki parçası olan çatal bıçak takımını annemin evinde, annemin ördüğü perdeleri de kendi evimde çoktan açıp güzel günlerde kullanmıştım. Geriye bir tek yine annemin ördüğü, sekiz senede tamamladığı kocaman bir tığ işi masa örtüsü kalmıştı, ki son derece yeterli bir çeyizdi bana göre. Evden çıkması da büyük olamazdı. Fal çıkmıştı, kuzenimin yorumuyla tabi…
İnsan nasıl değişiyor! Eski eşyalarla kendimi bildim bileli mücadele halinde olan ben, evime bir televizyon sehpası almaya karar verdiğimde bulduğum bütün sehpaların yerine evdeki eski tv sehpasını kullanmaya hem de boyayıp “eskitme” yaparak kullanmaya karar verdim.
Köpek gezdirme grubumuzdan bir abla gelip bana tekniği öğretti. Birlikte bir parçasına deneme yaptık. Sonra da oturup çay içtik. Bana güzel bir mücevher kutusu hediye getirmiş gelirken, Cookie’ye de bütün günü kadıncağızın ayaklarının dibinde ona hayran hayran bakmasını sağlayacak olan sihirli ödül bisküvilerinden. Pek mücevherim olmadığı için kutuya kendi kazandığım ilk parayla aldığım yüzüğü koydum.
Bugüne kadar yakın arkadaşlarımın çoğu erkekti. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar da yakın kız arkadaşım oldu. Erkeklerle konuşmak daha kolay gelirdi. Lafı döndürüp dolaştırmadan konuştukları, bir de saç, alışveriş, makyaj muhabbetine girmedikleri için. Son zamanlarda kadınlarla bol zaman geçiriyorum. Çoğu yine Cookie’yi gezdirirken tanışmış olduğum park ve sahil çevresinde yaşayanlar. Bazen düşünüyorum da, bugüne kadar çok değer verdiğim hiç bir erkek arkadaşımın söylediği bir tek cümle üzerine bu kadar aklımı yormadım. Aslında o yaşlarda tanıdığım pek çok kadın krema gibi havayla şişirilmiş, tatlı ama doyurucu olmayan içerikte. Benim köpek tayfasıysa maşallah felsefe gurularından oluşan bir buket gibi ama papatya misali gizli hazine...
Bir gün bir tanesi “Kavgam kıymetlidir, herkese veremem!” dedi. Zaman zaman insan üzerinde elektrik birikmiş gibi ters gelen herşeye karşı kıvılcım çıkarmaya başlayabiliyor. Bu kadar yüklenmemek en güzeli ama ola ki bir gün bu durumda kalırsam, önüme gelenle atışmamaya, kendi kavgama da değer vermeye karar veriyorum, köpeğini gezdirirken yaşadığı tacizlerden sonra elinde sopayla gezen kavgası değerli ablanın sözünü de bir kenara not ediyorum. Tanımadığım, trafikte gereksiz yere korna çaldığı zaman ya da günün herhangi bir anında yaşanan bir tersleşmeyi, tanıdıklarımdan da birbirimizi anlayamayacağımızı düşündüğüm insanları ve yaşattıkları olayları fazla ciddiye almamayı hedefliyorum artık.
Bir gün bir başkasıyla alışverişte karşılaşıp eve birlikte dönüyoruz. O sıralar insanlara karşı tahammülsüzlüğümü kurcalıyordum. Bana insanların tek özden ortaya çıktığını, bir insanda canımı sıkan veya beni geren bir şey varsa bu gerginliğin benim içimde de var olduğu için o insanın sadece buna tepkimi yüzeye çıkardığını, insanlarda kendimizi görebileceğimizi, kızdığımız yerden kendimizde keşfedip onarılacak bir hasar bulacağımızı anlatıyor. Sonra evine gidip meditasyon yapıyor. Dünyayı geziyor bu teyze. Çalışma gruplarına, eğitimlere katılıyor. Benimle de köpek barınağına geliyor, akranı biriymişim gibi konuşuyor, akıl vermiyor, beni dinliyor, soruyor, anlatıyor. Bakıyorum ve karşımdaki insana ne kadar değer verdiğimi en güzel onu dinleyerek gösterebileceğimi düşünüyorum.
Sahi, bir insana akıl vermek cüretini kendimizde nerden buluruz ki? Şişman kıza hep kilo vermesini söyler, onun kendini o haliyle ne kadar beğendiğini göremeyiz. Çok yaşayıp, tecrübe edip bütün soruların en doğru cevaplarını bulmuşuz gibi nasihat ederiz. Sorulmadan sunulan her nasihat küçümseme, saygısızlık içerir halbuki biraz. Kendimize yapıldığında kızar, arkamızı döner biz de başkasına yapmaya başlarız.
Hayatta karşıma daha az yaralanarak devam etmeyi öğrenmemi sağlayan pek çok insan çıktı, bu pek çok insanın büyük bölümü pek de iyi insanlar değildi. Öğrendiklerim yaşarken beni pek çok şeyden korusa da bir gün yaraların da gerekli olduğunu öğrendim. Sonra bu hayat rehberlerim kötü kalpli olmayan insanlar olarak gelmeye başladı hayatıma. Sanırım hayatta herşeyin bir sırası var, öğrendim dedikçe kendini kapatıyor insan, doldukça boşalan kap gibi olmak lazım halbuki, nasihat ettiklerimiz bazen bize öğretir, fark edemeyiz bile.
Bir diğeri bana kendi kendime seyahat etmek istediğimde büyüklerden kimsenin söylemediği bir şey söylüyor: “Çok keyif alacağın bir yer var bişiy köyü (şimdi adını hatırlayamadım, gitmeden yazıp alacağım), orayı da görmelisin!” Üstüne uçup öpmek geliyor içimden, yalnız seyahat etmek, başka ülkeler dolaşmak istediğim için nasihatleriyle kalbimi kırmadığı, katkıda bulunduğu için.
Tahta boyamak için geçen günün çay kısmında konuşurken düşündüm ki, aslında bu dişi muhabbetler ne kadar tatlıymış. Eski eşyalardan kurtulmak yerine onları daha da eskiterek yenileyip kullanmaya yönelen ben, erkek arkadaşlarla bodoslama konuşulan sohbetler yerine kadınların arkadaşlıklarından da keyif almaya başlamışım.
Hayatlarında incelikle ve severek dokundukları yerlerde çiçek açtıran kadınlara biraz yer açıyorum kendi hayatımda. Ben genelde konuşurum, ama dinliyorum onlar konuşurken. Düşünüyorum bir yandan da. Kuki isimli kıl torbası köpekcanın sayesinde hayatıma giren bu insanların hiç konuşmadan yanından geçip gidebilirdim parkta o olmasaydı. Hayvanlarla iç içe yaşayan insanların ortalamadan fazla tahammüllü ve etraflarında olan bitene karşı daha duyarlı olduklarını düşünüyorum. Bizi bir araya getiren kıl torbalarımızın bizi birbirimize hediye ettiğine inanıyorum.
Farkına vardıktan sonra kimseye nasihat etmedim bugün. Bana edilenleri de duymadım. Sevdiğim ve ne anlattığı hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı bir şarkıyı söylerken seke seke yürüdüm yollarda. Her yer kasvetliyken kendi ışığıma sarıldım, yine kimselere anlatamadıklarımı Cookie’ye anlattım. “Napcam ben şimdi?” diye sorup avuçlarımı açtığımda patisini elime koydu. Kısacası, güneş altında yeni bir şey yok, idare ediyoruz işte…