18 Mart 2016 Cuma

DİŞİ MUHABBETLER


Tarih ve coğrafya hiç ilgimi çekmedi bugüne kadar. 

Okuduğum süre boyunca tarih dersi tam bir karmaşaydı benim için. İki kişi aralarında geçen çok sıradan bir konuşmayı üçüncü şahıslara anlatırken bile farklı hikayeler ortaya çıktığından, tarihin özellikle uzak tarihin doğru bir şekilde sonraki kuşaklara ulaştırılabileceğine hiç inanmadım. Basit olaylar bile şahit olan göz sayısı kadar fazla şekilde yorumlanır, bu yüzden tarafsız, yorumsuz bir tarih bilgisine ulaşmak için çok fazla değişik kaynak okumak gerektiğini, buna harcanacak zamanı daha faydalı işlere ayırabileceğimi düşünürüm. Mesela, bugünün Türkiye’sinde olan biteni belli grupların sempatizanları büyük bir övgüyle ve hatta hayranlıkla aktaracaklar üzerinden yıllar geçtikten sonra kendilerinden sonra gelen nesile. Halbuki farklı görüşlere sahip başka insanlar rezalet olarak tanımlayacaklar günümüzde ülkemizde olanları. Bu iki uç arasındaysa  gören göz sayısı kadar ara yorum olacak. Dinlediğin ya da okuduğun tarihin doğruluğu belki de sadece hangi tarafta olduğuna bağlı.

Coğrafya ise sadece uykumu getirirdi. Dağlar denize paralel paralel uzanırken benim de coğrafya kitabının üzerine uzanıp derin uykulara dalasım gelirdi. Uyuyamadığımdan yemek yerdim coğrafya derslerinde.

Tarihi sevmediğim gibi, sadece “eski”yi de sevmezdim. Eski eşyalardan kurtulmaya bayılırdım. Bir gün teyzesi anneme fal bakarken “Sizin evden büyük bir parça eşya çıkıyor, işşallah Selin’in çeyizidir!” demek isteyip daha cümlesini bitiremeden kuzenimden cevap gelmişti: “Yok, yok, yine kesin bu bişeyler atıyordur evden....” Bize sonraki gelişinde asansör kapısını açtığında apartman boşluğunda duran eski kristal abajurlarla karşılaşmıştı nitekim. Zaten çeyiz niyetine üç parça eşyam vardı, iki parçası olan çatal bıçak takımını annemin evinde, annemin ördüğü perdeleri de kendi evimde çoktan açıp güzel günlerde kullanmıştım. Geriye bir tek yine annemin ördüğü, sekiz senede tamamladığı kocaman bir tığ işi masa örtüsü kalmıştı, ki son derece yeterli bir çeyizdi bana göre. Evden çıkması da büyük olamazdı. Fal çıkmıştı, kuzenimin yorumuyla tabi…

İnsan nasıl değişiyor! Eski eşyalarla kendimi bildim bileli mücadele halinde olan ben, evime bir televizyon sehpası almaya karar verdiğimde bulduğum bütün sehpaların yerine evdeki eski tv sehpasını kullanmaya hem de boyayıp “eskitme” yaparak kullanmaya karar verdim. 

Köpek gezdirme grubumuzdan bir abla gelip bana tekniği öğretti. Birlikte bir parçasına deneme yaptık. Sonra da oturup çay içtik. Bana güzel bir mücevher kutusu hediye getirmiş gelirken, Cookie’ye de bütün günü kadıncağızın ayaklarının dibinde ona hayran hayran bakmasını sağlayacak olan sihirli ödül bisküvilerinden. Pek mücevherim olmadığı için kutuya kendi kazandığım ilk parayla aldığım yüzüğü koydum.

Bugüne kadar yakın arkadaşlarımın çoğu erkekti. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar da yakın kız arkadaşım oldu. Erkeklerle konuşmak daha kolay gelirdi. Lafı döndürüp dolaştırmadan konuştukları, bir de saç, alışveriş, makyaj muhabbetine girmedikleri için. Son zamanlarda kadınlarla bol zaman geçiriyorum. Çoğu yine Cookie’yi gezdirirken tanışmış olduğum park ve sahil çevresinde yaşayanlar. Bazen düşünüyorum da, bugüne kadar çok değer verdiğim hiç bir erkek arkadaşımın söylediği bir tek cümle üzerine bu kadar aklımı yormadım. Aslında o yaşlarda tanıdığım pek çok kadın krema gibi havayla şişirilmiş, tatlı ama doyurucu olmayan içerikte. Benim köpek tayfasıysa maşallah felsefe gurularından oluşan bir buket gibi ama papatya misali  gizli hazine...

Bir gün bir tanesi “Kavgam kıymetlidir, herkese veremem!” dedi. Zaman zaman insan üzerinde elektrik birikmiş gibi ters gelen herşeye karşı kıvılcım çıkarmaya başlayabiliyor. Bu kadar yüklenmemek en güzeli ama ola ki bir gün bu durumda kalırsam, önüme gelenle atışmamaya, kendi kavgama da değer vermeye karar veriyorum, köpeğini gezdirirken yaşadığı tacizlerden sonra elinde sopayla gezen kavgası değerli ablanın sözünü de bir kenara not ediyorum. Tanımadığım, trafikte gereksiz yere korna çaldığı zaman ya da günün herhangi bir anında yaşanan bir tersleşmeyi, tanıdıklarımdan da birbirimizi anlayamayacağımızı düşündüğüm insanları ve yaşattıkları olayları fazla ciddiye almamayı hedefliyorum artık.

Bir gün bir başkasıyla alışverişte karşılaşıp eve birlikte dönüyoruz. O sıralar insanlara karşı tahammülsüzlüğümü kurcalıyordum. Bana insanların tek özden ortaya çıktığını, bir insanda canımı sıkan veya beni geren bir şey varsa bu gerginliğin benim içimde de var olduğu için o insanın sadece buna tepkimi yüzeye çıkardığını, insanlarda kendimizi görebileceğimizi, kızdığımız yerden kendimizde keşfedip onarılacak bir hasar bulacağımızı anlatıyor. Sonra evine gidip meditasyon yapıyor. Dünyayı geziyor bu teyze. Çalışma gruplarına, eğitimlere katılıyor.  Benimle de köpek barınağına geliyor, akranı biriymişim gibi konuşuyor,  akıl vermiyor, beni dinliyor, soruyor, anlatıyor. Bakıyorum ve karşımdaki insana ne kadar değer verdiğimi en güzel onu dinleyerek gösterebileceğimi düşünüyorum. 
Sahi, bir insana akıl vermek cüretini kendimizde nerden buluruz ki? Şişman kıza hep kilo vermesini söyler, onun kendini o haliyle ne kadar beğendiğini göremeyiz. Çok yaşayıp, tecrübe edip bütün soruların en doğru cevaplarını bulmuşuz gibi nasihat ederiz. Sorulmadan sunulan her nasihat küçümseme, saygısızlık içerir halbuki biraz. Kendimize yapıldığında kızar, arkamızı döner biz de başkasına yapmaya başlarız. 
Hayatta karşıma daha az yaralanarak devam etmeyi öğrenmemi sağlayan pek çok insan çıktı, bu pek çok insanın büyük bölümü pek de iyi insanlar değildi. Öğrendiklerim yaşarken beni pek çok şeyden korusa da bir gün yaraların da gerekli olduğunu öğrendim. Sonra bu hayat rehberlerim kötü kalpli olmayan insanlar olarak gelmeye başladı hayatıma. Sanırım hayatta herşeyin bir sırası var, öğrendim dedikçe kendini kapatıyor insan, doldukça boşalan kap gibi olmak lazım halbuki, nasihat ettiklerimiz bazen bize öğretir, fark edemeyiz bile.

Bir diğeri bana kendi kendime seyahat etmek istediğimde büyüklerden kimsenin söylemediği bir şey söylüyor: “Çok keyif alacağın bir yer var bişiy köyü (şimdi adını hatırlayamadım, gitmeden yazıp alacağım), orayı da görmelisin!” Üstüne uçup öpmek geliyor içimden, yalnız seyahat etmek, başka ülkeler dolaşmak istediğim için nasihatleriyle kalbimi kırmadığı, katkıda bulunduğu için.

Tahta boyamak için geçen günün çay kısmında konuşurken düşündüm ki, aslında bu dişi muhabbetler ne kadar tatlıymış. Eski eşyalardan kurtulmak yerine onları daha da eskiterek yenileyip kullanmaya yönelen ben, erkek arkadaşlarla bodoslama konuşulan sohbetler yerine kadınların arkadaşlıklarından da keyif almaya başlamışım. 

Hayatlarında incelikle ve severek dokundukları yerlerde çiçek açtıran kadınlara biraz yer açıyorum kendi hayatımda. Ben genelde konuşurum, ama dinliyorum onlar konuşurken. Düşünüyorum bir yandan da. Kuki isimli kıl torbası köpekcanın sayesinde hayatıma giren bu insanların hiç konuşmadan yanından geçip gidebilirdim parkta o olmasaydı. Hayvanlarla iç içe yaşayan insanların ortalamadan fazla tahammüllü ve etraflarında olan bitene karşı daha duyarlı olduklarını düşünüyorum. Bizi bir araya getiren kıl torbalarımızın bizi birbirimize hediye ettiğine inanıyorum.

Farkına vardıktan sonra kimseye nasihat etmedim bugün. Bana edilenleri de duymadım. Sevdiğim ve ne anlattığı hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı bir şarkıyı söylerken seke seke yürüdüm yollarda. Her yer kasvetliyken kendi ışığıma sarıldım, yine kimselere anlatamadıklarımı Cookie’ye anlattım. “Napcam ben şimdi?” diye sorup avuçlarımı açtığımda patisini elime koydu. Kısacası, güneş altında yeni bir şey yok, idare ediyoruz işte…

10 Mart 2016 Perşembe

VEDA

Ağlayamadığım gecelerde yağmurun yağması belki tesadüftür.Bir keresinde yok olmuş bir aşkın ardından canımın acıdığını aylar ve yıllar sonra fark etmiştim, eve geldiğimde sırılsıklamdım. İnsan bazen olanı normal birşeymiş gibi algılıyor, sadece boğazında bir elmayı bütün yutmuşsun gibi bir yumru, öylece kalıyorsun.

Güzel elbiseler giyersin, süslenirsin, kuaförde saçını iki tane adam tepende döne döne yapar, boyanır sokağa çıkarsın ve sokakta mesela çiçek satan bir kız yırtık elbisesi, darmadağın haliyle dünyanın en saf ve en güzel şeyi olarak çıkar karşına, kendi boyaların yüzüne batmaya başlar. Dünyanın en saf ve en güzel şeylerinden bir kız vardı bu haftaya kadar. Bu kız bir insan değil, bir köpekti. Sahilde çiftlerin yanına gider, hayvanlarla en mesafeli insanlara bile patisini uzatır, kendini sevdirirdi. Sokaklarda yaşamasına rağmen tüyleri bizim evde özenle baktığımız tüm köpeklerimizden daha yumuşak ve güzeldi. Hepimizin zaman harcayıp eğittiğimiz hayvanlarımızdan daha eğitimliydi. Bu kız bu hafta bulutların üstüne uçtu. 

Ölüm üzücü gelmiyor bana, arkandan üzülecek birilerinin olması ve olmaması geliyor. Bir de hiç var olmamış gibi yok olmak. Bu yüzden, bu kızın bir hatırası olmalı. 

Tanrının varlığı veya yokluğu üzerine fazla düşünmedim, sadece onu içimde hissettiğimden var olduğuna karar verdim. Yarattığı dünyada çok acı olmasına isyan etmedim, başka bir dünyada, mesela bana göre bulutların üstündeki dünyada bize daha güzelini sunacağını hayal ettim. Oraya çok kişi gönderdim, hepsini de birbirine emanet ettim. Bir gün o bulutların üstündeki dünyayı görür müyüm bilmem ama sevdiklerimin orada bir arada olduğuna inanmak bile bana yetti. Şimdi de Arap kızını gönderdik bulutların üzerine. Benim hayalim, onun yaşlılığında Bostanlı köpekçi camiasından birimizin onu evine alması, özgürlüğüne düşkün güzel kızın son zamanlarını bu şekilde geçirmesiydi, olmadı ama. 

Ne şanslıyım ki sevebilmişim seni, ne şanslıyım ki Cookie’yi, sesini duyup kendisini görmediğim kuşları, ağaçlarda titreşen yaprakları, güneşin ışıklarını ve içimde bir yerlerde ve dışımda her yerde bulduğum tanrıyı sevebilmişim. İnsanların hayatlarında bir görevi varsa eğer, benimkisi sevgiyi yayıp, yaratılana hayranlık duymak olsa gerek. Sanırım boğazımdaki yumru bu kadarına izin veriyor. Bir toprağım olduğunda, Tommy ve Cesur’unkilerden başka senin için de bir meyve ağacı dikeceğim. Arap kızı, bulutların üstündekilere uzat patini, orda yalnız kalmayacaksın.

6 Mart 2016 Pazar

Senin benim için dileklerin, benim kendim için dileklerim...




Şu kırmızı küçük zarfa 2016 için olan dileklerin yazılıp yeşil bir bitkiye asılması gerekiyormuş. Çin astrolojisine göre maymun yılına girmişiz. Bu küçük zarf da, kendim için dilekler dilememi isteyen süper bir kadın tarafından bana getirildi. İçinde onun benim için 2016 dilekleri var, her kelimesi özenle ve bilgece yazılmış onun dileklerini çıkarmadan üstüne kendi dileklerimi ekleyip zarfımı güzel bir ağacın tırmanabileceğim en yüksek dalına asacağım. 


Dünya Kadınlar Günü diye bir gün var, inanabiliyor musunuz? Ya da şöyle söyleyeyim, insana kanından hayat veren, hayatı bütünleyen, dünyanın renklerle ve cıvıltılarla ( belki minicik, çokk küçücük de dedikodu ve alışverişle de) dolmasını sağlayan kadınların özel bir günü var. Aslında Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Bir zulmü anıtlaştırmak için var olmuş, sonrasında sembolik olarak kadınlara kendilerini önemli hissetmelerini – ya da önemsiz hissetmemelerini sağlayan bir gün. Modern dünyada, kadınlara karanfil verilmesi, hediye alınması gibi tüketim yaratmayı teşfik eden bir güne dönüşmüş, sevgililer veya anneler günü gibi bir gün haline gelmiş. Erkeklerin dünyasında bir Dünya Kadınlar Günü var. 

Bana hep bir erkeğin hesabı ödemesine izin vermem, her hesaba atlayıp onları ezmemem söylendi. Benle aynı boyda bir erkeğin yanında topuklu ayakkabı giyersem onu ezeceğim söylendi. Lavabo tamirine kadar her işi yapabildiğimi herkesin gözüne sokup hayatımdaki erkeği hadım etmemem söylendi. Benim de kafam karıştı, erkekler ne kadar kırılgan yaratıklardı... Bense yazlıkta evimize hırsız girdiğini sanıp ( nemlenip şişen ahlap sokak kapısı aralık olduğu için) içerde bir hırsız varsa balkondan atlayıp kaçabilmesi için kapıyı tekmeleyip büyük bir gürültüyle geldiğimi haber vermeyi seçen bir tiptim ve sanırım bir daha yanımda bir erkekle gece sokakta yürürken arkamızda sarhoş olduğu için yüksek sesle şakalaşan üç adam belirirse kolumdan çekiştirilip karşıya geçirilmektense adamlar rahatsız ederse birlikte onlarla kavga edebileceğimizi düşünüyorum. Sanırım çalışıp kendi ayakları üzerinde durabilen, bir erkeğe hesapları ödetmek, yapılması zor işleri yaptırmak ya da yanında minik bir kuş gibi takılmak istemeyen kadınların dünyasında esas kırılgan erkekler için özel bir gün olmalı: Dünya Erkekler Günü. 

Sevilmeden yaslanılmak, sadece kendini güçlü hissetmen için karşındakinin güçsüz rolü oynaması, kısacası yaşadığın  dünyanın yalanlar üzerine kurulması da bir çeşit zulüm sayılabilir. Bu zulme boyun eğen erkekler için karanfilleri hazırlayıp onları hediyelerle bir günlüğüne biz de avutmalıyız belki? 

Benim dünyamda güçlü kadınlar da var, yoluna çıkan bütün şiddete rağmen hayatlarını gerçek sevgi ile devam ettiren, bu sevgiyi doğrultacak bir erkeğe illa ihtiyaç duymayan kadınlar çok fazla. Hayır, feminist değiliz, kadın erkek eşitliğine de inanmıyoruz çünkü insanlığı kadın ve erkek diye sınıflandırıp birbiriyle kıyaslama niyetinde değiliz. Dünya karşısına gelse, kendi duruşunu bozmayan, bunu yaparken de sertleşip hissizleşmeyen, gülüşünden olduğu kadar gözyaşından da bal damlayan kadınlar. Yeri geldiğinde kendisine duygusal şiddet gösteren kocasına meydan dayağı çeken, yeri geldiğinde tanımadığı insanların eleştirilerine karşı kendi sükutunda meydan okuyan, iş dünyasında bir kez olsun yönetimi altındakilere sesini yükseltmeyen, kadın kadın muhteşem kadınlar. 

Şamaniçe’nin dünyasında masallar gerçektir, bir zarfı elinde ovuşturduğunda içinden on yıldızlı dişi bir cin çıkar, sana sınırsız dilek hakkı verir. Sen de pembe kalemini alır yazarsın. Zarfı bir kadından beklenmeyecek şekilde, bir ağaca tırmanıp yetişebileceğin en yüksek dalına asarsın. Rüzgar gelir, yağmur gelir, dileklerini uçurur, eritip toprağa değdirir ve tanrıya ulaştırır. 

Hayatınızda size dilekler hediye eden dişi veya erkek cinlerle karşılaşmanız dileğiyle...

3 Mart 2016 Perşembe

GİT!


“Bak göreceksin, kendine aşık olup döneceksin.” 

Bana tam olarak böyle dedi rehber olarak çalışan arkadaşım.

Dün bu saatlerde migren krizi nedeniyle kafamı duvarlara vurmayı düşünürken uyuyakalmıştım. Bugün kendim için bir şey yaptım. Migren bende sinirsel kas spazmlarının sonunda ortaya çıkıyor. Önce bir havasızlık geliyor, sonra etrafında ses çıkaran her şeyi parçalama isteği eşliğinde tarif edilemez bir baş ağrısı... Genel itibariyle pozitif ve rahat insanımdır, ve senelerdir migren ağrısı çekmemiştim. Bu hafta oldu ama. Her gün gelen şehit haberleri, kendine ait ufak tefek endişeler, üstüne üstlük iş nedeniyle sokakta olup gerçekten yaşayan insanların, sokağın nabzında atan endişeleri de her gün yaşamak en kötüsü de olan bitene karşı hiç bir şey yapamamak yormuş biraz, geç fark ettim. 

İlkokuldan sonra sürekli İngilizce eğitim veren okullarda okumama rağmen hiç yurt dışına çıkmadım ben. ( Sakız sayılmaz, çünkü İzmir’in bir ilçesi sayılır. Bostanlı-Alsancak vapurundan daha kolay gidiliyor.) Üstelik fani ömrümün iki senesini sürekli seyahat eden birinin seyahat organizasyonlarını yaparak geçirdim. Hangi ülkeden iki günde vize alınır, hangi ülke kaç aylık vize verir konularına oldukça hakim olmama, geçmişte yeşil pasaportum olmasına rağmen bu zamana kadar oturduğum yerde oturmuşum. Sonra beraber gezilebilecek arkadaşlar evlenmiş, ya da farklı ilgi alanları olmuş... 

Bir gün ilahi bir ses, “Git!” dedi. İlk emir gibi hani. Kimseye ihtiyaç duymadan gezmeyi, zaman geçirmeyi iyice alışkanlık haline getirdiğimden bu iç sese, hiç itiraz etmeden itaat ettim. 
Rehberlik yapan bir arkadaşıma danıştım. Yalnız seyahat etmek istediğimi söyledim,, görmek istediğim ülkeleri saydım, neler yapmak ve neler yapmamak istediğimi anlattım. “Nasıl gideyim?” diye sordum. O da bana o görmek istediğim ülkeler listesinden önce biraz yalnız seyahat tecrübesi kazanmak için Amsterdam’a gitmemi söyledi. Herkes İngilizce konuşabildiği, güvenli olduğu, küçük olduğu için kolay gezilebileceği için Amsterdam’mış cevap. 

Pek hoşuma gitmese de başladım araştırmaya. İnternette her bilgi var, müzelerden cafelere kadar gidilebilecek her yerin anlatımı, yorumları, hatta online müze biletleri bile mevcut. 

Görüştüğüm seyahat acenteleri bana kendi bulduklarımdan daha ucuz otel ve uçak bileti sağlayamadığı için birkaç gün internette bakınıp bir de orada bulunmuş Gizmo’cuğumdan tavsiyeler alarak biletlerimle otelimi hallettim. 

İlk yurtdışı seyahatim olacağından, yalnız olacağımdan ve bir faciaya dönüşürse bir daha yalnız gezmeye çekineceğimden bir hostelde tek kişilik bir oda tuttum. Gezmek istediğim yerlerin bir listesini yapıp üç günlük bir program oluşturdum. Dördüncü günü de kendime doğumgünü hediyesi olarak sanırım plajda geçirmek istediğimden boş bıraktım. Söylenilenlere göre yalnız seyahat etmek bağımlılık yaparmış. 

“Bak göreceksin, kendine aşık olup döneceksin!” demişti beni cesaretlendiren rehber arkadaşım. “Zaten kendime çok aşığım, hatta o kadar aşığım ki, ancak kendimden bir tane daha bulursam başka birine aşık olabilirim.” Diyemedi Çelin, ve bu hikaye böyle başladı.