31 Aralık 2013 Salı

IN VINO VERITAS

31 Aralık 2013, Yeni Yıla birkaç saat kala…
Bence her yıl geçtiğinde bir yaş daha büyümemize/yaşlanmamıza gerek yok. Bazen en temel kavramları bir kenara bırakarak yaşamak gerekir.

SOKAK
“Sen bir salaksın!” dedi çocuk.
Kız cevap verdi, “Ama şimdi kalbimi kırdıııaann!”
“Sen gerçekten salaksın!” diye tekrarladı çocuk.
Genç çocuk, yakışıklı, şık, uzun boylu. Kız da öyle. Görebildiğim kadarıyla oldukça uzun boylu, incecik, dal gibi. Şıkır şıkır giyinmiş, mini eteği, ince desenli çorapları, ince topuklu ayakkabıları, beline kadar uzanan saçlarıyla yılbaşı gecesi “güzel” bir çift olarak bir apartmanın kapısından girerken aralarında geçen üç cümlelik diyalog.

ANA CADDE
Yılbaşı… Hiçbir zaman çok bir anlam ifade etmedi. Eskiden yeni başlangıçlara filan inanırdım, sonra geçti. Şimdi bu yılbaşı gecesinde üstümde pijama kılıklı eşofmanım, yanımda Cookiecan, Bostanlı’nın en güzel mekanlarında yılbaşını çalışarak geçiren sevgili kuzenlerime kapıdan bir selam vererek dolandım.
Ayaklarım beni nereye götürürse diye çıkmıştım evden. Hava sıcacık, bir Ankaralı’nın bu gecenin yılbaşı olduğuna inanması mümkün değil. Kar yok, ayaz yok. Bostanlı’yı turladıktan sonra arka sokaklara çekiyor beni ayaklarım. Bu sırada şahit oluyorum yukarıdaki diyaloğa. Bir sürü şey düşündürüyor bana. Hiçbirini yazmıyorum buraya, okuyan olursa kendi düşüncelerini dinlesin diye.

ARKA SOKAK
Basket sahasında Cookie’nin tasmasını çözüp bir sigara molası veriyorum.
Bir arka sokakta bir ara almayı düşündüğümüz evin önünden geçiyoruz. Bize nasip olmadı ya, birileri almış evi, tadilat yaptırmaya başlamış. Balkon camlarını sökmüşler, ev içine girilebilecek durumda. Cookie apartmana girmek istiyor. Çekiştiriyorum, ama yerinden kıpırdamıyor. Sanki “burası bizim evimiz der” gibi ama yanılıyor. Kandırıp yürütüyorum. Saçma sapan bir tartışmanın geçtiği karşılıklı duran iki bank arkada kalıyor. Sanki üstünden geçen onca zamana rağmen banklar tartışmayı kaldığı yerden sürdürüyorJ
Bostanlı meyhanesinden bir şarkı sesi geliyor. O da arkamızda kalıyor. Belki içimde birşeylerin acıması gerekiyor ama sadece yürüyorum, acı yerine derin bir huzur ve Allah’ımı yanıbaşımda benimle hissederek yürüyüp gidiyorum.

DOLUCA KAV ÖKÜZGÖZÜ & BOĞAZKERE 2011
“In vino veritas”. Şarap çok güzel. Gizmo’nun seneler evvel aldığı kadehte. İş dönüşü elimde pastam,  Migros’taki kalabalığın içinden zar zor rafına ulaşmayı başarıp aldığım şarabım, yılbaşı hediyem, bilgisayarım bir dünya torbayla elim kolum dolu, kilitlenmiş trafiğin ortasından sakin sakin yürüyüp geçiyorum sürücülerin şaşkın bakışlarının arasında. Ev, bu çılgınlıktan kurtuluş noktası gibi. Sakin liman, keyif zamanı.
Üstümde annemin yeniyıl hediyesi hırkam, yeni yıl mesajları, kimi güzel dilekler, kimi evinde aşk acısı çekiyor.
Bir keresinde yılbaşında geceyarısı sokakta olmak istemiştim. Lise son sınıftaydım. Babam gelmişti, yeni yıla sokakta girmiştik.
Kar yok ya, dışarı çıkasım da gelmiyor bu gece. Müzik var, şöyle bir şey:
In vino veritas, kadehteki gerçek ya da başka bir deyişle, sarhoş olan doğru söyler. Oysa bazen gerçek sandığımız şeyler ne büyük yalanları saklar…
Bu gece güzel bir gece, sıcacık… Kimse üşümeyecek İzmir’de.
Şerefine 2013 ve güle güle.
Yılbaşı sadece güzel dileklerde bulunabiliyorsan ve geleni geleceği, olanı olacağı başının üstüne kabul eder yoluma devam ederim güvenini içinde olabiliyorsan özel bir gün, her gün gibi aslında.

Ben bu sene bir yaş daha yaşlanmaya ama bir yaş daha büyümemeye karar verdim. 

18 Aralık 2013 Çarşamba

Karakolda Kukiş var!



Mübarek Çarşamba akşamı bir köpeğin bir diğer köpeğe saldırması sonucu şahit olarak Bostanlı karakoluna gittik bu akşam. Ben tabi, tövbe etmişim şahitlik yapmaya- mahkemeye gitmek zorunda kalıyorsun. Birincide gitmezsen polis zoruyla götürülüyorsun vs.- olaya şahit olan köpeklerle dışarıda bekliyorum. Beklerken de arada gelip geçen polislerle laflıyorum.

Bu arada maalesef evcil hayvanı olan insanların çoğu bu hayvanlarla ilgili haklarını ve sorumluluklarını bilmiyorlar. Siz de onlardansanız, buyrun 5199 numaralı hayvanları koruma kanunu:
Bilmeyenlerin tartışmaya açtığı pek çok konu (kulak kesme gibi) aslında bu kanun içerisinde açıkça yer almaktadır. Kanunun eksik veya yanlış bulunabilecek yanları olabileceği gibi, şu anda geçerlidir ve uygulanması gerekmektedir.

Karakoldaki polislere bu kanundan bahsediyorum, dolayısıyla içeride konuşulan durumla ilgili değerlendirilmesi gereken maddelerden bahsediyorum ama insana zarar gelmedikçe şikayet konusu olamazmış, bunun da doktor raporuyla belgelenmesi gerekirmiş.

Bostanlı gibi bir semtin karakoluysanız, bence sıklıkla hayvan şikayetleri, ısırılma, havlama, sokak kedilerini besleme gibi konular gündeminizde geniş yer alıyordur. Bostanlı gibi yerde kedi, köpek, kuş, böcek mevzuları bitmez. Keklik, ördek besleyen komşularımız bile var. E, bu karakolun polisi, bir kekliğin haklarını bilmezse mahalleliye nasıl yardım edebilir?

Çok şükür semtimiz sakindir, hani köpekler birbirini ısırdı diye telefon edince iki ekip otosu birden geliyor…

Yine de Allah düşürmesin, köpeklerinize sahip çıkınJ


Sevgiler.

17 Aralık 2013 Salı

DOLUNAY

17 Aralık 2013
Dolunay

Bugün tepedeki kocaman ışığa dua etme günü…
Aslında başka şeyler yazacaktım, ama soğuk günlerde en mutlu, en sıcak şeyi yazasım geldi. Cookie!

Bir avuç bebektin evimize geldiğinde. Zayıf ve hastaydın. Sevdik seni, iyi oldun.

Senden önce evde örtülerin bile örtüleri vardı, sen geldin tüy döktün hepsinin üstüne. Hijyen kokan halılarımıza çiş ve kaka yaptın.  Dışarıyı tuvalet olarak kullanman gerektiğini öğrenene kadar bir süre evimize gelen giden azaldı.

Zamanla mürekkep yaladın. O çok meşhur Tanrılar Okulu kitabının son sayfalarını ben okuyamadan yedin, paramparça ettin. Kalemlerimi ve kalemliğimi de yedin.

Bir gün televizyonun ve VCD’min kumandasını yedin. Herhalde niyetin evde yalnız kaldığında film izlemekti…

Sonra konuşmaya başladın, sofradan sana yemek verilmediğinde, işten eve geldiğimde, uzun süre evde yalnız kaldığında “auuuhuuuu” diye söylenmeye başladın. Bir gün sana “Bak Kukiş, hayatta her istediğini elde edemezsin. Elindekilerin kıymetini bilmen gerekir bazen” diye hayat dersi verirken buldum kendimi. Bazen anlattım, benle üzüldün. Ben sevindim, sen havalara uçtun. Herkesi kendine aşık ettin. Sevgililerimi bile hayatımda senin varlığına göre seçtim veya gönderdim.

16 kilo oldun, diyet yaptın. Başta sen kilo aldın, annemle ben verdik.

Tatile seninle kalabileceğimiz otellere gittik.


İyi ki varsın. İyi ki bana sevgiyi öğrettin.

Bir köpeği seversin, dünyanın bütün köpeklerini seversin…
Seninle birlikte senin gibi dünyaya gelmiş ama senin kadar şanslı olamamış bütün köpekler de aklımızda artık. Sevdikçe büyüyor sanki insanın kalbi, daha çok şeyi sevmek için yer açılıyor.

Bir insanla bir köpeğin dostluğu, hiçbirşey konuşamadan anlaşa-bilmekten ibaret. En kuvvetli bağ söylenmeden, hissedilerek oluşan çünkü.

Anneannem, çocukluğumda bana bakan melek, konuşamazdı. Felçten ötürü. Tek bir kelimesi vardı “o kadar o kadar”. Neden bilmiyorum, düşünmedim hiç. Konuşamadan anlaşmayı en çok ondan öğrendiğimden midir bilmem, bu sabah elli kadar insanla bir arada olup, aklımdan o saate kadar kimsenin “günaydın” dememiş olduğunu geçirirken bir kuş ötmeye başladı.


Şimdi bu dolunayda, o kuş bana gelip günaydın dediği için teşekkür ederim. Kukiş gelip aramızdaki o sıcacık bağı oluşturduğu için teşekkür ederim. Konuşmadan anlaşmayı bana çocukken öğreten meleğim için teşekkürler. Üşüyebildiğim, üzülebildiğim, hatalarım için teşekkür ederim. Her ne olursa olsun, dolunayın altında kaçmak zorunda kalan olmamayı öğrendiğim için teşekkürler...

10 Aralık 2013 Salı

Gitar kutusu, çöp konteynırı



Kasım 2014.
 
Ben Çelin, bu da benim kırık kalbim.
 
Kasım ayının son günü. Olmasından korktuğun şeyler varsa, kendini değiştirerek olmasını engelleyemezsin... Aşk acılarını yazan bloggerlar gibi bi yerlere dökesim vardı. Söyleyecek sözüm vardı, gözyaşım vardı.
 
İki gün sonra...
 
Aşk acısı, bir kadına neler yaptırabilir?
 
Genç, güzel, zarif, kibar, hayatında piyano çalmak gibi hobileri olan, anadili gibi ingilizce ve fransızca konuşan çok sevdiğim bir arkadaşım iş çıkışı içtiğimiz bir kadeh şarabın ardından evine gidip aynı zarafetiyle çantasını ve mantosunu vestiyere astıktan sonra iş çıkışı üzerinde olan kalem eteği, ince topuklu ayakkabıları ve hoca'nım topuzuyla ayrıldığı erkek arkadaşının evine gidip küçük çapta(!) bir baskın yaptı.
 
"Eline sağlık tatlım, noktayı koymuşsun"la biten bir telefon konuşması ardından,
 
....Rahatlamış mıdır acaba? Ben de yapsam rahatlar mıyım ki? Gerek var mı? Yok yaw... Şimdi karakolluk falan oluruz... X ufak tefek şimdi, ben yapsam kesin olay çıkar... Demek çocuğun evi düzenliymiş, ki dağıtabilmiş. Ben gitsem daha fazla dağıtılabilecek bir durum yok ki zaten ahır gibi... Ama yine de,... yok canım!
 
Aralık ilk haftanın ortaları
 
Ben şu anda ne istiyorum?
 
Hmm, ben şu anda ne istiyorum? Şu an ne yapsam mutlu eder beni?
 
Alışveriş? Yemek? Şarap? Ağlamak? Dövüşmek? Dedikodu?
 
Bilemedim. Ne kadar uzaklaşmışım kendimden, ki ne istediğimi bilemedim. Ne istediğimi bilemeden nasıl yaşıyormuşum! Üstelik farkında bile değilmişim kendimden uzaklaştığımın...
 
Aralık ilk Cumartesi
 
Biz de yaşadık bunları
 
Çok yeni tanıştığım bir arkadaşım, yeni işine başlamasının arkasından eşiyle sorunlarını çözemez hale gelişinden bahsetti. Ne eş terapileri, ne uzun konuşmalar... İş fiziksel şiddete kadar varmış. Neticede evliliklerini sonlandırmışlar. 
 
Ne kadar sık karşılaşmaya başladım, çalışan, kendi ayaklarının üzerinde durabilen, toplumda bir yeri olan kadınların şiddet hikayeleri... Eminim sosyal paylaşım sitelerinde kadınlara küçümseme, aşağılama, önemsizleştirme, şiddete karşı paylaşımlara destek vermişizdir, hem de kendimizi hiç bunun bir parçası olarak görmeden. O filmlerdeki, afişlerdeki kadınlar hep başka, zavallı, eğitimsiz, çaresiz, kendisine bunları yapan erkeklere mecbur kadınlardır güya.
 
Aralık ikinci hafta
 
Narkoz hali
 
Ben Çelin, bu da benim suskunluğum.
 
Susuyorum artık. Özlemiyorum. Bir yerlerde karşılaşmak üzmüyor. Sabahları işe gitmek için evinin önünden geçmek içimi sızlatmıyor.
 
Bugün yeni çalıştığım şirkette ilk eğitimimi verdim. Bu bana kendimi iyi hissettirdi.
 
Haftasonu alışveriş yaptım, yeni bir araba aldım. Bu da bana kendimi iyi hissettirdi.
 
Güne daha erken başlayıp daha fazla efor sarfetmem gereken bir işte çalışıyorum artık, ama günden güne bedenim alışıyor. Koşullara ayak uydurabiliyorum. Hantallaşmış bedenim kendine geliyor.
 
Geçen hafta bir kitap bitirdim. Son altı ayda elime aldığım kitapların hiçbirini bitiremediğimi, bir kenara attığımı düşünürsek, gelişme var.
 
Hala dünyaya biraz uzakmışım gibi geliyor... Başlangıç noktasına dönmek gibi, herşeyi yeniden hatırlamam gerekiyor.
 
 
 
Bu yazının bir anafikri yok. Hatta bu yazının ne akla hizmet yazıldığına dair bir fikrim de yok. Yalnız değilim, kalbi kırık insanlar var etrafımda. İncinmiş kadınlar. Herkes hayatına devam ediyor. Galiba hepimiz kameraya bakıp dil çıkarıyoruz.
 
 
 

24 Kasım 2013 Pazar

Yeniden Başlamak

Başlangıçlar güzeldir...

Bu yeni başlangıç haftasıyla, belki yeniden bir şeyler yazabilirim ben de...

Hoşgeldim...

Kumarbaz

 


KumarbazZamanın ve mekanın pek önemli olmadığı bir hikayede, eskiden dünyanın doğru dürüst dönmesine faydası olsa da, son zamanlarda kafası biraz karışık olduğu için işini yanlış yapan bir adam varmış. Tanıdık bir adam. Hani ilk bakışta iki küçük kanadı olduğu için meleğe benzediği söylenen, sırtındaki torbada ucu kalp şeklinde oklar taşıyan, o okları doğru yerlere attığında insanların karnında kelebekler uçmasına sebep olan adam. İşte o adam, son zamanlarda biraz yorulmuş. Yorulmasının sebebi çok çalışması değilmiş. Herkes onun yaptığı işin sadece hedef alıp okları fırlatmak olduğunu sansa da, bu işin en kolay kısmıymış. Onun işinin esas zor yanı, okları fırlatacağı hedefi bulup, doğruluğuna karar vermekmiş. İşinin bu kısmı onu çok yorarmış çünkü, kelebeklerin doğru karınlarda uzun süre yaşayabilmesi için karmaşık hesaplar yapması, araştırma ve incelemelerde bulunması gerekirmiş. Bu da onun bütün vaktini alırmış. Üstelik, son zamanlarda okları hazırlarken genetiğiyle oynanmış kelebek yumurtaları kullanmak zorunda kalıyormuş çünkü okların hedefleri artık doğal kelebek yumurtalarına karşı bağışıklık geliştirmişler. Bu da orijinal kelebeklerin pek de yerini tutmayan, görünüşte benzer fakat kanatlarının renkleri doğal kelebeklerinki kadar büyüleyici, kanat çırpışları doğal kelebeklerinki kadar senfonik ve ömürleri doğal kelebeklerinki kadar uzun olmayan garip kelebeğimsi yaratıklarla sonuçlanıyormuş.
 
Yaptığı işte eskisi kadar da başarılı olamadığını fark eden adam, kendine güvenini yitirmeye başlamış. İşini yeniden eskisi kadar iyi yapabilmesi için de, bir defa için mükemmel bir sonuç elde etmesi gerektiğine, bundan sonra kendine güvenini tekrar kazanacağına inanmış. Çok uzun hesaplar, araştırmalar ve incelemeler yapmış. Hava şartlarını, ülkenin ekonomik durumunu, kuşların göç etme periyotlarını bile hesaba katarak uzun uğraşlar sonucunda yeni bir proje oluşturmuş. Sonra da oklarına yerleştireceği doğal, sağlıklı ve dayanıklı kelebek yumurtalarını temin etmiş. Bunu yaparken de çok zorlanmış. Karaborsacılarla ve kelebek yumurtası kaçakçılarıyla iş birliği yapmak yerine işini şansa bırakmamak için kendi organik kelebek yumurtalarını üretmiş. Bu da çok uzun zaman almış. Bütün bu uğraşlar sonunda kendisine seçtiği hedefleri bir araya getirmek için büyük bir tesadüften başka bir ihtiyacı kalmamış.
 
Hedeflerinden biri bir kumarbazmış. Hayatını bahisle kazanırmış. Oynadığı bahsi kazanırsa ödülünü alır ve bazen de kaybedeceğine bahse girer ve yine kazanırmış. Kelebeklerle hiç işi yokmuş bu kumarbazın hatta kelebeklerden pek hoşlanmazmış. Aslında onların temiz mi pis mi olduğu belli olmayan yerlerde uçup durduklarını, pislik ve hastalık getirebilecek tekinsiz yaratıklar olduklarını düşünürmüş. Üstelik bir de matah bir şeymiş gibi güzelliklerinden bahsedilmesinin ne kadar saçma olduğunu kimsenin hiçbir zaman anlayamayacağına da bahse girermiş.
 
Diğer hedef ise önceden bizim küçük adamın oklarıyla çok defalar karnından vurmaya çalıştığı, fakat 14 defa ıskalayarak yanlışlıkla bacaklarını, omuzlarını, kollarını, sol elini, sağ bileğini, ensesini, belini hatta kalbini yaraladığı “öteki”ymiş. Öteki, adam her ıskaladığında küçük sızılar hisseder fakat her seferinde etine batan okun açtığı yaranın nereden geldiğini anlamaz sadece yaraların üzerini örtermiş.
 
Kanatlı adam seçtiği kumarbazı ve ötekini bir araya getirecek tesadüf için bir adak adamış. Ve Tanrı’nın yardımıyla tesadüfüne kavuşmuş. Özenle hazırladığı oklarına onar tane organik kelebek yumurtası yerleştirmiş. Önce ötekini hedef almış ve okunu fırlatmış. Ok hedefi tam isabetle vurmuş ve kelebekler anında ortaya çıkmış. Sıra kumarbaza gelince ok biraz zorlukla da olsa yine hedefi tutturmuş fakat kumarbazın karnında kelebek falan görünmüyormuş. Adam, “Bir yanlışlık oldu galiba” diye düşünerek bir ok daha atmaya karar vermiş çünkü işini şansa bırakamazmış, her şeyin mükemmel olması gerekiyormuş. Kumarbazı tekrar vurması ise biraz vakit almış çünkü kumarbaz biraz fazla hareketli olduğundan nişan alamıyormuş. Bunun için kumarbazın sakin durduğu bir anı kollamaya karar vermiş. Tabi bu süre içerisinde ilk okun taşıdığı kelebekler ötekinin karnında hızla büyüyorlarmış.
 
Adam gece olmasını beklemiş. Oklarını yine özenle hazırlayıp minik kanatlarıyla kumarbazın olduğu yere doğru uçmuş. Gittiğinde kumarbaz ve öteki konuşuyorlarmış. Kumarbazın çok uykusu varmış. Ötekine, “Uyumam için bana bir hikaye anlatır mısın?” demiş. Kumarbaz bunu isterken içinden anlatabileceği bir hikayesi olmadığına bahse girebileceğini düşünmüş. Öteki ise gözlerini kırpmadan anlatmaya başlamış. Hikayesi üç parçadan oluşuyormuş ve o parçaların birine başlayıp orta yerinde diğerine geçiyormuş. Kumarbaz hikayeyi öyle hayret içinde dinliyormuş ki kılı bile kıpırdamıyormuş. Adam da bunu fırsat bilip dikkatle nişan almış ve kumarbazı ikinci kez tam karnından vurmuş. Okun batmasıyla kumarbazın dudaklarından bir cümle dökülmüş, hikayenin üç parçası birbirine bağlanmış, kumarbaz ilk defa bir bahsi kaybetmiş ve bu kimine göre kısa, birine göre çok uzun bir süre boyunca kaybedeceği bahislerin birincisi olmuş.
 
Kanatlı adam ise bunun sonucunda bir daha asla Tanrı’ya bir tesadüf göndermesi için otuz kelebek adamaması gerektiğini öğrenmiş çünkü bu adak yerine geldiğinde kumarbaz kendi yoluna, öteki kendi yoluna gitmiş, biri karnında taşıdığı on, diğeri yirmi ölü kelebekle…

Yaşadığım en berbat ayrılık acısı

 

 

Bunu sadece aynı acıyı geçmişte çekmiş kişiler anlayabiliyor, hem de her kelimesine gönülden katılarak, iç çekerek. Tecrübe etmemiş olanlar için ise çok zor anlamak, pek bir şey ifade etmiyor onlar için. 
Yaşadığım en berbat ayrılık acısı Acı büyük, üstesinden gelene “kahraman” demek gerekiyor. Ayrılık çok önceden planlanmış olsa bile, insan onsuz hayatının nasıl olacağını bilemiyor, tek kare dahi hayal edemiyor onsuz günlere dair. Sanki onunla doğmuşum, nefesimde tadı olmadan yaşamak nasıldı, hatırlamak imkansız gibi. Hem nefret, hem büyük aşk. Nasıl bitti… İçime işlemiş kokusundan, beni iradesiz yapmasından ettiğim nefret bir yanda, sinirimi, gözyaşlarımı, hiçbir uç duyguyu ondan daha fazla benimle yaşamış insan evladı olmaması, yıllar içinde gerçek bir sırdaşa dönüşmüş olması gerçeği bir yanda… 
Sonra bir gün aniden kovdum onu hayatımdan… Onunla yaşamak eziyet haline gelmeye başladığı için, hayattan, denize bakmaktan, içki içmekten, arabayla uzun ve yalnız yolculuklar yapmaktan sadece onunla olduğum için zevk aldığım canım sigaramı yaklaşık iki ay önce çıkardım hayatımdan. 
Hayatımdaki yeri büyüktü ve daha kötüsü ona olan aşkım çok büyüktü. Dişçiden ağzım dikişlerle dolu çıktığım günlerde bile vazgeçmemiştim ondan… 
İlk günler krizlerle geçti. Rüyalarımda sevgiliye kavuşmuş gibi içtim onu, öper gibi. Ağlamaklı uyandım sabahları… 
Sohbetlere katılamaz oldum bir süre. Arka masadan gelen karanfilli sigara dumanı aklımın dizginlerini elinde oynatırken ne konuşabildim, ne dinleyebildim. O dumanın menzilindeyken birisi sayısalda çıkacak numaraları söylüyor olsa umrumdışı, o derece yani… Gerçekten yaşamamış olan bilmez, sigarayı bırakmak sevgiliden ayrılmak gibi, hatta daha beter. Birileri gelip giderken o hep vardı çünkü. 
Eh, iyi etkileri illa ki çok fazla. Yiyeceklerin, içeceklerin kokuları geri dönünce yemek içmek daha keyifli hale geliyor tabi. Sabahları ağzında pas ve kurum tadıyla uyanmamak da güzel. Bir de son yasaklardan sonra dershane önünde sigara içen liseliler gibi kapı önünde kalmaktan da kurtuluyorsun. Hele ki sigara kokusundan arınınca o kokunun ne feci olduğunu bir de içmeyen biri olarak anlamak… Bir de sigaraya verilen paranın her kuruşunu yeni ayakkabılara harcamanın zevki tarif edilemez… 
Ama bu yazıyı “Aman ne iyi ettim” demek için değil, özlemimi dökmek için yazıyorum aslında. 
Ailemde uzun süre tiryaki olarak yaşayıp sonrasına “temizlenen” büyüklerin yönlendirmesiyle, pek çok kimyasaldan mahrum kalan vücudum depresyon sinyalleri vermeye başlar başlamaz spor yapmaya başladım. Yeni işe girdiğim bir zamandı bu kararı verişim, ve neredeyse herkes yeni işin stresiyle beraber hiç de iyi bir zaman olmadığını söylediler sigarayı bırakmak için. Ama ben kahramanca mücadele ettim! 
Bir yavru köpek edindim ve annemle tartışırken-daha doğrusu annem tuvalete gidip bir sigara yakmanın muhteşem altyapısını oluştururken- bile direndim. 
Yine de bu konuda son sözüm, sigarasız hayata alışmanın çok uzun zaman aldığı… Bugüne kadar hayatıma girmiş en sadık sevgili… Hoşçakal. Gidişin üzse de, seni hala seviyor olsam da, yerini hiçbir şey dolduramasa da… 

Kedi

Kedi


Eski bir arkadaşım için yazdığım bir yazı...
 

Kedi“Beni yazsana” dedi, ”Bir masal anlat, parfüm olayım ben, bir sürü değişik kokuların karışımı olan bir parfüm olarak anlat beni”. Masalcı düşündü, bir kedi neden parfüm olmak istesin ki?
Uzak bir şehirde karşılaşmıştı kediyle masalcı. Sessiz, uysal bir kediydi. Ve iriydi. Kocamandı. Yemyeşil gözleri vardı ama bu gözler bir kedinin gözlerinden çok küçük, masum bir çocuğun gözlerine benziyorlardı. Kucağına alıp sevmişti kediyi, halbuki kedileri sevmezdi. Kedi gözlüleri de sevmezdi. Ne zamandan beri ve neden böyle olduğunu çok net hatırlardı. Ama bir kediyle arkadaşlık edecekseniz, bunu seçen kedi olurdu. Ve bu kediyle de kural değişmemişti, kendisi seçmişti masalcıyla arkadaş olmayı. Zamanla kedi kedi gibi davranmayı bıraktı, masalcı da kediye gerçek bir arkadaş gibi bağlandı ve onu tanımaya başladı çünkü kedi konuşmaya ve ona hikayesini anlatmaya karar verdi.
Sokaklarda gezerek geçiriyordu vaktini kedi. Kendisini pek çok insana kabul ettirmişti. Pek çok eve misafir olmuştu. Ona değişik değişik yemekler sunulmuş, binbir çeşit yatakta uyumuş, bir sürü değişik insana ait el okşamıştı başını. İnsanlarla fazla haşır neşir olduğundan mıdır bilinmez, insanların dünyasına ait hissetmeye başlamıştı kendini.
En sevdiği şeylerden biriydi parfümler. O kadar çok sevdiği için parfüm olmak istiyordu zaten masalda belli ki. Neden seviyordu parfümleri acaba bu kadar? Bir de saatleri… Bir kedinin saatle ne işi olabilirdi ki?
Rutin bir hayatı vardı kedinin. Sabahları erkenden kalkar, gününü planlardı. Bugün nerelerde dolaşsam da geceyi geçirecek bir ev bulsam diye düşünürdü. Sonra da düşündüklerini hayata geçirir, geceleri nadiren sokakta kalırdı. Sosyal bir kediydi çünkü. Yaşadığı şehirdeki diğer bütün kediler onu severler ve ona imrenirlerdi. Sahipli ev kedileri bile bu başıboş kedinin maceralarını izler, dinler ve özenirlerdi. Adeta bir marka haline gelmişti bu kedi o küçük şehrin diğer kedileri arasında. Sıcak bir evi, sevgi dolu bir sahibi olan kediler onun hayatını renkli ve heyecanlı bulurlardı. Sadece masalcı onun bu kadar iyi huylu bir kediyken, kendini kucaktan kucağa bırakmasına anlam veremezdi. Bazen biri çıkar onu sever evine alırdı ama kedicik önüne serilen her şeyi bırakıp en fazla birkaç gün içerisinde kendini yeniden sokaklara atardı. Bazen de onu evine alan kişi evden çıkar çıkmaz gizlice çatıdan, bacadan kaçar, başkalarına miyavlar, başkalarıyla oynar sonra yine çıktığı gibi gizlice girerdi eve, sanki hiç çıkmamış, sadakatle evin sahibini beklemiş gibi.
Sık sık da masalcının yanına gider, ona girip çıktığı evleri, yediği yemekleri anlatırdı. Hayatı böyle oyunlarla geçip giderdi kedinin. Bu rutin içerisinde de parfümlere ve saatlere neden merak sardığını anlaması lazımdı masalcının kediyi anlamak için.
Bir parfüm olarak anlatılmak istiyordu kedi. Bunu bizim masalcıdan istemesinin sebebi masalcının kokuları ve kediyi iyi tanıyor olmasıydı. Sayısız insan geçmişti hayatından kedinin. Sayısız parfüm koklamıştı elbette. Hiçbiri aklında kalmamıştı halbuki. . Onu seven eller arasından hiçbirini ayrı yere koymamıştı. O parfümler o an için güzel gelse de kokular unutulup gitmişti yeni bir el uzandığında ona. Belki de bunun için parfüm olmak istiyordu kedi. Kendi karışıklığını, içinde pek çok kokular barındıran bir parfüm gibi birilerinin onun içindekileri bilmesini istiyordu belki. Kendi koklayıp unuttuğu kokular gibi olmak istemiyordu. Birisi ya da birileri belki de herkes, onun kokusunu sevip başka hiçbir kokuyla karıştırmasın istiyordu. Öyle bir parfüm olacaktı ki kendi masalında, bugüne kadar hissetmediği bir şeyi hissedecekti, birisi ya da birileri belki de herkes için “özel” ve “eşsiz” olmayı… Evet, kedinin derdi bu olmalıydı. Bir yandan kendisi koklayıp unutamayacağı kokuyu ararken, bir yandan da kendi güzelliklerini görüp sevecek ve ona evini açacak ve bir daha terk etmeyeceği insanı arıyordu kedicik.
Saatlere olan tutkusunu ise anlamak daha zordu. Zaman bir kedi için ne ifade edebilirdi ki? Bazen kaldığı evlerde büyük saatler olurdu. Geceleri saatlerin tik-tak’larını duyardı kedi. Sayardı tik-takları. Kaç tik-tak sonra o evde olmayacağını düşünürdü. Bazen tik-taklar geçmek bilmezdi, bir an önce gitmek isterdi. Kaç tik-tak boyunca sokaklarda dolaşacaktı? Kaç tik-tak sonra yeni bir evde olacaktı? O evde kaç tik-tak geçirecekti? Tik-tak hesapları biraz zor gelmeye başlamıştı artık. Bu yüzden kediciğin bir saate ihtiyacı vardı. O büyük saatleri yanında taşıyamazdı, o bir kediydi, koluna da takamazdı saati. Tik-taklar hiç durmuyordu. Kaç tik-tak sabredebiliyordu birisinin yanında? Kaç tik-tak geçmesi gerekiyordu unutması için kokladığı parfümünü ona kapısını açanın? O bir kediydi ve bilmiyordu, tik-taklarla hesap edilemeyecek kadar uzun zamanları heba ediyordu aslında.
Masalcı düşündü, o kadar çok istiyorsa kedi dostu, yazacaktı istediği masalı. Ama onun istediği gibi kırmayacaktı masalın sonunda parfüm şişesini. Kırılması gerekmiyordu kokusunun fark edilmesi için…
 

Vileda & Balık


Çok eski zamanlarda,
Tanrı’nın, yarattığı her canlının içine hem iyilik hem kötülük getirecek tohumlar koyduğuna, zaman içinde o tohumlardan hangisi büyürse diğerinin küçüldüğüne inanan bir balık varmış. Bu balık içinde yaşadığı suların, sulara düşen güneşin, güneşin parlattığı taşların hepsine hayranlıkla bakarmış. Balık olduğu için sesi ve konuşup anlatacak kelimeleri yokmuş. Buna rağmen balık sanki onun olmayan sesini, çıkaramadığı kelimelerini duyan birileri varmış gibi mutlulukla ve etrafındaki her şeyle uyum içinde yaşarmış. Balık olmak güzelmiş ona göre. Suyun içinde gezer gezer bildiğinin dışındakilere bakar, görür, öğrenir, öğrendikçe de şaşırırmış. Diğer balıkları izler, suyun altını dinlermiş. Bu balığın duyguları da varmış. Ve Tanrı’nın yarattığı her canlının içindeki iyiliği ve kötülüğü izlermiş.
Yine çok eski zamanlarda,
Bir paspas varmış. Bu paspas diğer paspaslar gibi yaşar gider (çünkü o çok eski zamanlarda paspaslar canlıymış) ama sildiği hiçbir yeri temizleyemezmiş. Aksine değdiği yerlerde iğrenç kokular ve pis artıklar bırakırmış. Paspaslık işini beceremediği için sinirlenir dururmuş. Temizlikte de yaptığı diğer şeylerde olduğu gibi çok iddialıymış gibi davranırmış fakat bir sebepten dolayı yaptığı hiçbir işte iyi olamazmış.
Paspasın böyle olmasının sebebi, Tanrı’nın yarattığı her canlının içine yerleştirdiği tohumlarmış. Bu paspas da her yavru paspas gibi doğup büyüse de, zaman geçtikçe iğrenç doğası yüzünden kötü huylar edinmiş. Paspasın yaptığı birçok kötü şey varmış. Aslında şöyle bir bakınca güzel bir paspasmış. Temizlikte kullanılmaması için hiçbir sebep görünmüyormuş. Değdiği yerleri tertemiz edip, arkasında temiz ve ferah çiçek kokuları bırakmaması için bir sebep yokmuş. Ama bu paspas farklıymış işte. Onun içinde büyüyen tohum, ona hep iyi bir paspas gibi görünüp, insanların ve diğer paspasların onu aralarına almalarını sağlayıp, sonra ona kucak açanlara silip süpürmesi gereken pislikleri oradan oraya dağıtarak kötülük etmesini, onu kabul eden herkesin pislik içinde kalmasını sağlamasını tembihliyormuş devamlı. Dediklerini yaptıkça, o kötülük tohumu devamlı büyüyor, diğer tohumun nefes almasına hiç izin vermiyormuş. İçindeki sese kulak veren bu paspas onun paspaslığına, kir içinde yaşamasına üzülenlere bile güler yüzle yaklaşır, bilmiş bilmiş ortalığı nasıl temizleyeceğini anlatır, bu dünyadaki paspasların içinde en mükemmeli olduğunu iddia edermiş. Onu dinleyenler gerçekten bu işte ne kadar başarılı olduğuna ikna olur, hatta paspasın abartılı böbürlenmelerini arkasına sakladığı sahte içtenliğine inanırlarmış. Bu paspas daha da ileri giderek güvenini kazandığı kişilere temizlik işleri için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadığını söylermiş. Suya sabuna gerek olmadığını, onların iğrenç olduğunu anlatırmış. Paspasın tuzağına düşenler ona inanır, güvenir ve temizliğe ihtiyacı olan yerlerini gösterirlermiş. Paspas ise temizlemesi gereken yerlerde uzun uzun gezer, birçok vaktini orada geçirir, dip köşe o yerin her yanında dolaşır, o yeri adı gibi öğrenirmiş. Gezdikçe de ardında o iğrenç kokuları salar, temizlemesi gereken yeri lekeler, arkasında pislik ve berbatlık bırakır, işi bitince de bu pisliğin sorumlusu olarak başka bir şeyleri suçlarmış. Bunları yapmak için kara büyüler kullandığı bile olurmuş. Bir paspasın ortalığa bu kadar pislik yayabilmesi paspasın ruhundaki kötülükten, rezillikten kaynaklanıyormuş. Hep bir paspas olarak var olmanın ezikliğini yaşadığından içinde oluşan aşağılık duygusu onu her şeyden ve herkesten nefret eder hale getirmiş. Zamanla içindeki kötülük tohumu iğrenç kokulu çürük meyveler vermiş ve paspas kendisi gibi paspas olmayan her şeyi ve herkesi kendisine benzetmeye çalışmayı amaç edinmiş. Bu rezil paspas birçok yeri içindeki pislikle kirletmiş, çok yeri de kirletmeye çalışmış. Hayatı böyle sürüp giderken her yeri kirletme isteğinin çılgınlığıyla gözü dönmüşçesine şirin kahkahalar atarak pislik yayarken içindeki kötülüğün esas kendisine zarar verdiğini anlayamamış bir türlü. Paspasın şurada burada oluşturduğu kirlilik ve zarar telafi edilemez değilken, içindeki kötülüğün oluşturduğu hastalık tedavi edilemez bir hale gelmiş çünkü içindeki kötülük tohumu öyle gelişmiş, köklenmiş ve dallanmış ki her yeri sarmış. Onun içindeki iyilik tohumu ise çoktan elveda demiş bu iğrenç paspasa. Ve o artık çok hastaymış. Hiçbir zaman yaptıklarından pişman olup dönme şansı yokmuş. O, aşağılık duyguyla dışarıyı pislettiğini zannederken, kendi içinde büyüyen hastalığı hiç bilmemiş. Bilmesine de gerek yokmuş çünkü dünya böyle gerile gerile, böbürlene böbürlene ortalığı yalana ve pisliğe boğan paspaslara göre değilmiş. Bu paspas hayatının sonuna kadar huyunu değiştirmemiş. Hem kendine hem de dünyaya faydalı geçirebileceği bir ömrü kendi eliyle çöpe atmış ve son saniyesine kadar da hatasını bilmemiş. O günden sonra sadece bu paspasın düştüğü hatalara düşmeyen paspaslar canlı olarak devam etmişler. Diğerleri ise bir zaman sonra evrim geçirerek cansız viledalar haline gelmişler.
 
Balıkla paspas arasındaki ilişki ise… Yokmuş. Balık kendi dünyasında sesi bile çıkmadan yaşarken iğrenç bir paspasla ne alakası olabilirmiş ki?
İşte bugünkü dünyada kullanılan viledanın hikayesi buymuş. Ama bu hikayeyi bilmediği için o paspas gibi olmayı seçen bir çokları ileride cansız pislik temizleyiciler haline geleceklerini de bilmiyorlarmış.
Balık ise zaman içinde evrim geçirerek sesine ve kelimelerine kavuşmuş. Gezerken gördüğü ve şaşırdığı hikayeleri ise kuşaktan kuşağa aktarılarak bugünlere gelmiş.