2 Eylül 2015 Çarşamba

ÖLÜM


Bugün kimsenin düşünmek istemeyeceği ölüm üstüne düşünüyorum. Suriye’den can havliyle kaçarken umut tacirlerinin elinde hikayesi son bulan, bir teknede yaşama koşarken ölüp kıyıya vuran bebek ve çocuk cesetlerinin üstüne mesela. 

İzmir’de yaşıyorum, başta Halkapınar’da gördüm geçen kış Suriye’den kaçıp İzmir’e gelen insanları. Kış soğuğunda çıplak ayağında bir terlikle dolaşıp dileniyorlardı. Alsancak’ta dileniyorlardı. Konak’ta, Basmane’de yol kenarlarında, parklarda, kaldırımlarda evsiz, yurtsuz yaşamaya çalışıyorlardı. İçlerinden bir tekneye doluşup, insan tacirlerinin elinde kendi acı sonlarına gidenler, sonra karaya vuran bebek cesetleri...

Ölümün bin tane şekli var. Terör en büyük ve acı gündem maddemiz bu ara. Genç, ama gerçekten genç hatta daha yeni genç olmuş çocukların ellerinde silah, ömrünü o dağlarda geçirmiş teröristin karşısında bilmedikleri bir coğrafyada dağda, ya da şehirde hain bir pusuda alınabiliyor elinden hayatı. Erkek değilim, askerlik benim gerçeğim değil, en fazla hayal etmeye çalışırım ben o koşullarda olmak zorunda olsam ne yapar, ne hissederdim diye. Bir şeyler geçer belki aklımdan, ama bilemem onlar ne hissetti? Ya da tekne batarken suya gömülürken nefesleri ne hisseder insan? 

Ölümün bin tane şekli var. Peki kimse biliyor mu ölüm ne demek? Çok mutlu bir hayat geçirmiş, sevmiş, sevilmiş, bir dünya iyilikler etmiş, mükemmel bir hayat yaşamış bir insan öldüğünde ağlamaz mı yakınları? Ancak böyle yaşanırdı, ancak böyle güzel var olunurdu dünya üstünde denemez mi arkasından mesela gidenin? 

Ölüm bir gitmek midir acaba? Ben dedem öldüğünde gitti demedim hiç. Gitmedi çünkü. Bende kaldı. Küfür ettiğimde dilimde kaldı, hastayken gizlice parkta dondurma yediğimde sanki bankta yanımda oturuyordu. O da öldü aslında, ama sanki bedeninin, çekik gözlerinin, çim adam saçlarının , güneş lekesi ellerinin elimle dokunabileceğim alemde olmaması beni ondan uzağa koymadı. 

Peki ya boğulan o çocuklar? O şehitler? Onlar yarım kaldı. Dedem uzun yaşadı. Güzel yaşadı, mutlu yaşadı. Onlar bebekken öldü, gençken öldü, yapay öldüler. 

Ölümün yapayı var, evet. Suni bir savaş icad edildi laboratuarlarda. Pazarlandı savaş, tırlara yüklendi, gönderildi savaş. Savaş, dram, vahşet, kaçış yaratarak ömrüne ömür, parasına para, gücüne güç katan her soysuzun icadı ölüm. Gençlere, bebeklere düşen bu ölümü onlar icad etti. 

Bir keresinde eski çalıştığım işyerinde bir bişey( insan demek istemiyorum) otoparka hızlı girdiği için kontrolünü kaybedip, orda yaşayan birlikte oynayan köpek yavrularından birini arabasıyla ezmişti. Çok ağlamıştım. Elimde verdi son nefesini. Öğleden sonra aynı otoparka geldiğimde iki tane trafik babasının arasına şerit çekilmiş, ne olduğunu merak edip yaklaştığımda siyah bir kedinin o sırada orada doğum yaptığını görmüştüm. Suni olarak eksilen bir hayat yerine doğa bir mucize göndermişti sanki bize. Dünyanın bir dengesi olduğunu o gün anlamıştım. 

Peki neresindeyiz o dengenin biz insanoğlu olarak? Herşeye yetecek teknolojimiz yeni hastalıklar üretip ilaç satmak için, savaş çıkarıp silah satmak için, mutsuz insanlar yaratıp uyuşturucu satmak için çalıştığı sürece dönsek arkamızı, şifayı otlarda, barışı ölümü henüz icad edilmemiş çocukların gülümsemesinde, mutluluğu doğada arasak bulamaz mıydık? Ne gerek vardı bütün bunlara be? Çocuklara kahramanlık hikayeleri anlatırken bir vuruşta on kişiyi deviren atasını değil, azıcık erzakla ailesini doyuran anasını anlatsaydık ne vardı? Öyle hayatlar yaşasaydık ki ölüm bize selam dursaydı bizi götüreceği yere taşımadan önce... Çok mu zordu içine etmemek şu dünyanın? Bravo hepimize şimdi. Bu düzen inşa edildiyse bir noktasına bir tuğla da biz koymuşuzdur illa ki. Belki sadece ses çıkarmayarak, belki sadede ölüm üstüne düşünmek istemeyip yüzümüzü çevirerek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder