17 Temmuz 2016 Pazar

PARİS

Çok güzel bir gezi yazısı yazmak için giriş cümlelerimi daha gitmeden hazırlamaya başlamıştım. Ne yazık ki son iki gün olan olaylardan ötürü ne ben tam anlamıyla bir gezi yazısı yazabileceğim, ne de okuyanlar bundan zevk alacak... Sadece çok üzgünüm, gözlerime yaşlar hücum ediyor, utandığımdan değil, bir başlarsam durduramayacağımı hissettiğim için en azından eve gidene kadar kendimi tutmaya çalışıyorum. Çok çok üzgünüm. Üzgün olduğumdan da çok endişeliyim. 

İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı’na indiğim şu gece saatinden sabah altıya kadar İzmir uçuşumu beklerken oturduğum havaalanı kafesinden yazıyorum bunları. Çalışanlara soruyorum, burada olanları birinci ağızlardan dinliyorum. Ağzım açık dinliyorum. Yine gözlerime yaşlar doluyor. Eve gidip bahçenin toprağını öpmeden girmeyeceğim eve, yemin ettim. Sonra da salacağım kendimi. Şimdi değil. 

Sevdiğim insanların telefonda duyduğum sesleri alçaktan uçan jetlerin sesiyle kesildiği için, onlar evlerine kapanmış kurbanlık koyunlar gibi başlarına ne geleceğini, ne yapmaları gerektiğini, neler olduğunu bilmeden bu korkuyu yaşadıkları için üzgünüm. Yaşananlar, kimin neye hizmet ettiğini anlamadığımız çatışmalar, ölenler, yaralananlar ve en çok da boğazı kesilerek öldürlen askerler için üzgünüm. Bir gecede insanları hali hazırda birbirine düşman olmuş ülkemde kolluk kuvvetlerinin de birbirine düşman olduğunu, bir üçüncü güç olarak bir kısım halkın kolluk kuvveti gibi davranmasını, bir sürü şekilde ölen, öldürülen insanı almıyor benim aklım, sanırım devrelerim yandı. 

Bir gece öncesinde bir kamyonun Fransa’nın Nice şehrinde bağımsızlık kutlamaları sırasında kalabalığın içine dalarak iki kilometre boyunca kutlamalara katılan halkı biçerek öldürmesini almıyor aklım. Olayların devamı gelirse diye endişelenen insanların merak edip bana ulaşmaya çalışması, yarım yamalak Fransızcamla haberleri izleyip sabaha karşı uyuduğum gece, ertesi gün otelde mi durayım, sokağa mı çıkayım tereddütüm, gittiğim yerde Fransız milli marşını duyup bir tören yapıldığını anladığımda oradan koşar gibi kaçışım, otele döndüğümde annemden aldığım kalkışma(???) haberleri, Facebook’ta değişik şehirlerde insanların “sela sela sela” yazıları, havaalanını kapatırlarsa diye Yunanistan üzerinden kendi ülkeme feribotla girmeye çalışırım planları, uykusuz geçen ikinci gece, Paris’te havaalanında kocaman otomatik silahlarıyla kalabalığın arasında gezen devasa zenci askerler... Hepsi buğulu bir camın arkasından izlenen bir rüya gibi, sanki yaşanmıyor, delirmiş aklım bunların olduğunu sanıyor, hayal ediyor. Yaşanmış olamaz ki bunlar... İnsanlığım eriyip damla damla düşüyor üzerimden. İnsanlığım acıyor. Yabancı bir şehirde, evimden, ülkemden binlerce kilometre uzaktayken tek düşündüğüm şey bir an önce evime aileme dönmek, olacaklarla orada yüzleşmek...

Çok şükür vatan toprağındayım, sabaha kadar yazacağım. Bütün içimdekileri yazacağım. Karman çorman bir yazı olacak belki ama hayat da böyle değil mi? 
🌼
EVLENİP BALAYINA GİDECEĞİME...


Böyle başlayacaktı yazım, öyle kurgulamıştım. Evlenip balayına gideceğime bekar kalıp kendi kendime gezmeye gittim Paris’e, altını üstünü zamanım kadar dolaştım. Bu girizgah oldu, nedense içimde hep bu şehirle son görüşmemiz olmayacakmış gibi bir his var. Belki hala evlenip balayına... Şaka şaka, hayalimdeki gibi değilmiş burada gelin olmak, daha da gitmem balayına Paris’e...

Orly Güney havaalanı biraz karışık. Kaldığım otelin rezervasyon sayfasında adım adım hangi ulaşım aracıyla hangi noktaya kadar gidilmesi gerektiği yazılıydı. Sora sora Bağdat bulunurmuş, ben de buldum oteli. Minicik ama iyi yerleşmiş bir odam var. İş seyahatleri için gezdiğimde bile daha ufak odada kalmamıştım. Herşey kullanışlı ama. Eşyalarımı bırakıp hemen çıkıyorum. Resepsiyondaki bayan elime bir harita verip otelin yerini işaretliyor, gideceğim yere ulaşmam için metroları da anlatıyor. Metroda yanıma bir bayan ve minicik köpeği oturuyor, Mr. Pomplemousse. 


Metrodan yeryüzüne çıktığımda Eyfel’i görüyorum. Sanki bir elektrik akımı o manzarayı gören gözlerimden girip yere bastığını sandığım ayaklarımdan çıkıyor. Çıkmıyor da olabilir, hatta o an yere basmıyor da olabilir ayaklarım. Yürüyorum Eyfel’e doğru, her adımda akımın şiddeti artıyor, yeterince yaklaştığımda bu anı uzatmak için bir banka oturuyorum, nefes alıp yeterince emin olabildiğimde gerçekten orada olduğuma, kalkıp yoluma devam ediyorum. Yaklaştıkça daha da güzelleşiyor. O demir yığını sandığım kule oymalı, kıvrımlı, ince işlenmiş nakış gibi, büyük, bakması, izlemesi zevkli gerçek bir başyapıt olarak dikiliyor karşıda. Altına kadar gidiyorum, etrafını dolaşıyorum. İnsanlara bakıyorum, bıraksalar merdivenden değil dışından tırmanacağım ama o uzun kuyruğu beklemek istemediğimden zaman kalırsa çıkarım diye hemen Eyfel’in önündeki merdivenlerden nehrin kıyısına iniyorum. 

Tekne turu sonraki durağım. Amsterdam’da öğrendiğim üzere tekneye binmeden yiyecek birşeyler alıyorum. Girişte fotoğraf çekiyorlar yeşil bir perdenin önünde, adam soruyor “Yalnız mısınız?” “Evet” diyorum, şaşırıyor. Ben de daha çok şaşırması için komik bir poz veriyorum fotoğrafımı çeken kişiye elimdeki bageti bir lokmada yutacakmış gibi yapıp.

Tekne turu şehrin neresine odaklanacağını bulmak için iyi bir başlangıç. Gözüme Louvre müzesini, Notre Damme katedralini ve nehir kenarındaki yollarda yürümeyi kestirmiş olarak  iniyorum tekneden. 

Nehrin kenarında yürüyorum, merdivenlere oturuyorum. Bir selfie çekeyim diyorum, yüzümü görünce telefon ekranında, fark ediyorum ki gerçekten mutlu bir an bu, salak bir sırıtma var yorgun yüzümde. Kalkıp kalabalığı takip ediyorum, cafelerin, mağazaların olduğu caddelerin amaçsız yolunda adımlarım kaldırımda mı havada mı bilmeden gidiyorum yorulana kadar. 

DISNEYLAND

Paris bana bir sır verdi. Benim de ağzım pek sıkı sayılmaz, fazla plan yapmamak gerekiyormuş tatilde. Amacım sabahın köründe kalkıp erkenden Disneyland’a varmak. Giriş kuyruğunun en başında olmak, içeri ilk giren olmak ve tabi kalabalık her yeri sarmadan önce güzel fotoğraflar çekmek. Bu planım sağanak yağıştan ilk darbesini yiyor. Fazla takılmıyorum, küçük sinir oluyorum. Nereye varacağını bilmediğim bir kuyruğa giriyorum, kuyruğun sonunda bindiğimiz asansör düşüyor, sonra yukarı fırlıyor, hızı kesildiğinde tepe noktada kapı açılıyor, “Herhalde burdan fırlatacaklar bizi!” derken bir daha düşüyor, bir daha fırlıyor. Çin işkencesi gibi, aç karna o kuduz asansör beni maymun ediyor. Çıktığımda kapının üstündeki ekranda asansör düşerken çekilmiş fotoğrafta kendimi görüp niye kocaman sırıttığıma anlam veremeden çıkıyorum. 

Olanlar olacakların habercisi olduğu için önce gidip karnımı doyuruyorum. Tıka basa dolu halde kuyruklara girmeye, salak salak sırıtmaya, düşmeye, havaya fırlatılmaya, savrulmaya ve “Huaaaaaa!!! Benim ne işim var burada???” demeye devam ederek geçiyor günün kalanı. Atlıkarıncaya biniyorum, en önden bir at kapıyorum, o çocukluğumdaki Disney çizgi filmlerindeki her duyduğumda beni başka dünyalara götüren müzik hiç susmuyor. O kadar çok Miki kulaklı insan var ki etrafta, insan Miki’den soğuyor. Bir ara girdiğim bir kuyruk çizgifilm tarihçesini anlatan ufak bir geziye çıkarıyor beni. Bir sinema salonunda hatırladığım en eski çizgifilmden en yenisine arka arkaya sahneler geçiyor ekrandan. Mutlu anlar, aşık anlar, üzücü anlar, hikayelerin en hüzünlü anları, mutlu sonlar. Çizgi filmler bana mutlu sonlara inanmayı hediye etmiş, sanırım bunun için çok seviyorum Walt Disney çizgi filmlerini. İçimdeki çocuk fısıldıyor bana, “Ben burada olduğum sürece sen hep mutlu sonlara inanacaksın, o yüzden hiç korkma!”. 

Bir şeyi söylemem lazım, Disneyland içerisine selfie çubuğu sokulamıyor. Eğer yanınızda varsa girişteki görevlilere teslim etmeniz isteniyor. Öyle isabetli bir kural ki bu, en azından çubuklarla dürtülmekten kurtarıyor günü. Herkes yine de selfie modunda. Anı mı biriktiriyoruz yoksa gösteriş mi yapıyoruz? Çok mu beğeniyoruz kendimizi yoksa birilerinin beğenmesine çok mu muhtacız? Çok mu mutluyuz yoksa çok mutlu gibi mi yapıyoruz? İnsanların ellerinden telefonlarını da alsalar  içerde neler olurdu acaba? Ve tüm diğer turistik yerlerde?

Bir de sigara içilmiyor, sadece izinli birkaç yerde içilebiliyor. Bu da güzel.

Günün sonunda tüm karakterlerin sırayla geçtiği kortej başlıyor. Çok eğlenceli, mezuniyet törenimde bile bu kadar eğlenmemiştim. Gidemiyorum oradan, parktan çıkıp bir restorana gidiyorum, sonra göletin kenarına bir banka oturuyorum. Kuşlar geliyor yanıma, bu plastik harikalar diyarında yine hayvanlar alemini kendime çekiyorum. Şamaniçe Disneyland’de otururken yaprakları yeşeriyor, çiçekleri açıyor, dünyayı kaplıyor yine varlığı, suya düşmüş planlarına, yapamadığı insansız fotoğraf çekimine rağmen bayağı bir zaman geçirdikten sonra o bankta, cin gibi dönüyor oteline ve gerçekliğe. 

Köşedeki pubda bir kadeh şarap içerken yan masadaki Fransızla kısa bir sohbet ediyoruz, Türkiye’de terör olaylarından bahsediyoruz, “Hayat devam ediyor” diyor. 

Otele geçip kendimi minik odamdaki kocaman yatağa bırakıyorum. Ayaklarımı içinde durdukları dünyanın en rahat ayakkabıları korusa da bacaklarım, dizlerim sızım sızım sızlıyor. Uzandığım yataktan kalkıp duş almam lazım, erken uyuyup erken kalkacağım güya, yarın bir sürü gidilecek yer var ama Paris’in sırrı da bende, “Tatilde plan yapma!”, derken telefonuma son dakika haberi düşüyor: “Fransa’nın Nice kentinde bağımsızlık kutlamaları sırasında terör saldırısı! Çok sayıda ölü var.”

Gecenin devamı olayın izledikçe büyüyen şokuyla geçiyor. Bir kamyon kalabalığın üzerine sürülerek iki kilometre boyunca kutlamalar için orada bulunan insanları eziyor. Canım acıyor. İlk olarak anneme mesaj atıyorum, o sırada arkadaşlarımdan mesajlar gelmeye başlıyor. Nerdeyim? İyi miyim? Olanlardan haberim var mı? Ne zaman dönüyorum? Dikkatli olayım. Dikkatli olayım kısmına kadar cevabım var. Dikkatli olmayı bilmiyorum. Bu şehir turistik, çok kalabalık. Her yer kalabalık. Dikkatli olarak kendini koruma şansın yok. Birileri çıkıp çıkıp açıklama yapıyor, terörü lanetliyor. Neden lanetliyorsunuz? Terörü bitirmeniz lazım sizin. O lanetleme işini biz yaparız, siz başka bir şey yapsanıza??? 

3.GÜN 

Dikkatli olmaya çalışarak şehri gezmeye başlamadan önce bir kağıda doğru düzgün İngilizce anlayabildiği için kuzenimin telefon numarasını yazıyorum. “Acil bir durumda bu kişiye ulaşın lütfen” notuyla. Kağıdı katlayıp pasaportumun arasına koyuyorum. Kuzenime de bunu yaptığımı bildiren bir mesaj atıyorum. Artık dikkatliyim. 

Louvre müzesi ilk durağım. Girişte uzun bir kuyruk var, güvenlik noktasından geçmek için. Ben dikkatliyim ama Louvre güvenliği benim kadar dikkatli değil. Kuyruğu ikiye bölüp yarısını x-ray cihazından geçiriyor, diğer yarısının çantalarını açtırıp kontrol ederek geçiriyor. Ben çanta açtırılan bölüme yönlendiriliyorum. Elimde iki çanta var, biri kamera çantası, diğeri kendi çantam. Güvenlik kamera çantasını işaret edip fermuarı yarıya kadar açmışken bana geçmemi işaret ediyor. Kendi çantamı açtırmıyor bile. 

Müzeden çıkışta ne yöne gitsem, o günkü hedeflerimin hangisinden başlasam derken müthiş bir manzaranın peşine düşüp büyülenmiş gibi yürümeye başlıyorum: “Jardin des Tuileries” Louvre’dan çıkınca karşınıza çıkan muhteşem parkın adı. Küçük havuzlarda heykellerin üstüne konan kuşları izlemek, fotoğraf çekmek, bir salata yiyip bir kadeh şarap içmek için oturdum. Louvre çok büyük. İnsanların her yerde olduğu gibi sadece selfie çekmek için girme huyu var. Mona Lisa tablosunun önündeki kalabalık sadece selfie çekmek için, ne acı. Leonardo da Vinci’nin diğer eserlerinin önünde bir saniye bile geçirmeyen insanlar sadece selfie için Mona Lisa’nın önünü doldurmuş durumda. Bence şayet resimler yaşıyorsa, Mona Lisa esas şu an düştüğü durum için gülse mi ağlasa mı bilemez bir halde. Bu durum Amsterdam’da bu kadar canımı sıkmamıştı ama Paris’in her biri birer sembol olmuş her köşesinde orayı izlemeni, o anı yaşamanı engelleyen “ selfie”cilerden gerçekten nefret ettim. 

Müze genel itibariyle benim çok da hoşlanmadığım dönemin eserleriyle dolu. Tam anlamıyla dolu. Biz hayvanseverler bakabileceğinden fazla hayvan alıp hakkını vererek ilgilenemeyen insanlara “istifçi” deriz. Burada da durum birazcık öyle. Duvarlar tavanlar, her boşluk çeşitli uygarlıklara göre ayrılmış eserlerle dolu. Üst üste asılmış tabloları görmek için doğru uzaklığı ve açıyı yakalamaksa selfie’ciler yüzünden zaten imkansız. Bana kalırsa bu müze hakkını vererek, anlayıp öğrenerek gezmek için en az dört güne yayılır. Girdiğinizde her müzedeki gibi size belirli bir ücret karşılığında anladığınız dilden anlatım yapan bir cihaz ve kulaklık veriliyor. Burada verilen cihaz ayrıca müzenin içinde yol bulmanızı sağlıyor. Louvre’un müze haline gelmeden önce saray olduğunu bilmeyenler vardır. Dönemin eşyaları, mobilyalarının da sergilendiği alanlarda şatafatın, lüksün ülkemizin tarihinde bile olmayan  en uç noktasını ve meşhur Fransız İhtilali’nin neden yapıldığının cevabını bulabilirsiniz. 

Birbirinin içinden geçilerek gezilen onlarca galerideki eserlere bakarken tavanlarda, duvarlarda bulunan gösterişli süslemeleri fark etmeyebilirsiniz ama Mona Lisa’ya götüren galeriye girdiğinizde bunu fark etmemek mümkün değil. Tavanda bir olayı anlatan bir resim ve etrafında mevsimleri ve ayları anlatan çeşitli daha küçük çizimler var. Söylememe gerek yok, hepsinin çeşitli yerlerinde heykeller var. Altın rengi ile süslenmiş bu tavanlara bakarken ağzımın açık kaldığını biraz geç fark ettim. Bu şatafatlı dönemin sonu HALKIN yaptığı gerçek bir devrimle gelmiş. Bunları incelerken aklımdan hep bu geçti, bir devrim gerçek halk artık devrime direnemediğinde, tek yol devrim olduğunda gerçekleşir. Tepeden inme olamaz, zorlamayla, ittirmeyle olmaz. (Bunları Jardin des Tuileries’deki kafede otururken yazdım, akşam olacaklardan henüz haberim yoktu.)

Dışarı çıktığımda cennet köşesi gibi Tuilieres bahçelerini gördüğümde yine bugün için yaptığım bütün planım uçarak oradaki bir kafenin masalarından birine kondu. Ben de takip edip o masaya oturdum. Koca bir kadeh Chardonnay eşliğinde Paris’in sırrına erip kendimi kuş seslerine ve o anın güzelliğine teslim ettim. Vejeteryan salatamın yanında gelen nefis ekmekleri güvercinler, ördekler ve masama toplanan kuşlara uyup yaklaşan iki tane kara karga ile paylaştım. Koşa koşa gezmem gereken bir dolu yer varken kuşlarla eğleşip bunları yazmak için kendime zaman ayırdım. Çantamda, pasaportumun arasında bir terslik olursa beni bulanların ulaşması için kuzenimin telefon numarasının olduğu kağıtla gezmek hoş değil. Terör kötü ve pubdaki adamın dediği gibi hayat devam ediyor, bir parça daha acı koyarak vücudumuzun ve benliğimizin bir yerine...

Aynı gün akşam üstü//


Sacre cœur bazilikasındayım. Daha doğrusu önündeki çimenlere attım kendimi. Jardin des Tuileries’de yemeğimi yedikten sonra meşhur Champs Elysee’de yürüdüm, ufak çapta bir alış veriş yaptım. Kalabalıktan kaçtım. Şimdi olduğum yere elimde çantam, kamera çantam ve bir sürü alışveriş poşetleriyle geldim. Aslında tam tersini yapmayı planlamıştım ama gece Moulin Rouge’da olmak için böyle oldu. Zaten artık ince detaylı plan yapmamayı güzelce öğrendiğim için eeeehhhh... Yarın otelden ayrıldıktan sonra merkeze Sein kıyısına gelip kahvaltı yapmayı, elimde valizle neler yapabileceğimi planlamıyorum mesela... 


Bir sürü insan bana ulaşmaya çalışıyor şu anda ama telefonum kapalı. Bundan sonra mutlaka böyle kötü durumları düşünerek telefonu yurtdışında kullanıma açtıracağım. Öğrendiğim şeylerden biri oldu bu da. 

Bazilikada fotoğraf çekmek yasak. Bir tek ben uyuyorum bu yasağa. Kilolarca ağırlıktaki kamera çantasını gittiğim her yere taşımış olmama rağmen kurala saygı gösteriyorum. Orada diz çökmüş ibadet eden insanları arkasına alıp selfie çekenlere tiksintiyle bakıyorum. Çubuklarını ellerinden alıp onlara bir sürü enteresan şey yapmak geçiyor içimden. Sonra buraya neden geldiğimi hatırlayıp, düşüncelerimi kendime ve koca bazilikanın içindeki atmosfere döndürüyorum. Nefes, hamam böcekleri, evet, olmam gereken yerdeyim şu an. Bazilikanın önündeki şehir manzarası beni başka bir zaman dilimine, belki başka bir hayata götürüyor. Kuşlar yine etrafta, kanatlarını çırparak açıyorlar yolumu. Yine Şamaniçe oluyorum orada, dünya dönmeye başladığından beri ruhum dünyayı dolaşıyor. Bildiklerimle sınırlı değil o an varlığım, kuşlar bir hikaye anlatmaya başlıyor, benim hikayem, bizim hikayemiz, bir yanı zavallı ve her yanı muazzam güzellikteki dünyanın hikayesi. Siz hiç kuş oldunuz mu? Ben oldum galiba. 

Makaronlarıma laf atıyor çimende arkamda oturan iki erkek. Kaç yaşındalar, neye benziyorlar bilmiyorum, dönüp bakmıyorum. Dönüp bakmadıkça laf atma şiddetini arttırıyorlar. Bulaşsam da bulaşmasam da galibim, o yüzden ilgilenmemeye karar veriyorum. Kalkarken izmaritimi birinin önünde duran boş kola şişesine sokuşturup uzaklaşıyorum iki melez Fransızın yanından. Bulaşmamayı bu kadar başarabiliyorum. 

Moulin Rouge’a yürüyorum. Hava bu şehirde de çok geç kararıyor, bense geceyi bekleyemeyecek kadar yorgunum. Etrafta sakat bir hava, yürürken üzerimde garip bakışlar sezip bulaşmamayı beceremediğim için geceyi beklememeyi seçiyorum. Otelime dönüş yolunda artık süper koruyuculu ayakkabılarım bile ayaklarımın ağrısına engel olamıyor. Otele gidip kablosuz ağa bağlanıyorum. Anneme günümün güzel geçtiğini yazıp aldığım şeyleri giyip fotoğraf atarken annem benim heyecanıma katılmıyor. Bir sessizlik. “Selin burda ciddi şeyler oluyor.” Arka arkaya gelen mesajlar, genelkurmay diyor, boğaz köprüsü, havaalanı, kalkışma, bişeyler kalkışmış, “Kalkışma ne demek Minnoş? Yanlış yazdın yine heralde...” 

Sonrası malum. Uykusuz gece. İnternetten haber takibi, mide bulantısı, kaygı, olacakları tahmin etmek zor değil, daha çok mide bulantısı... 

Sabah toparlanıp odayı boşaltmam lazım. Elime geçen her şeyi çantalarıma tıkıştırıyorum. Resepsiyondaki çocukla bir çay içip konuşuyoruz, olan bitenden haberdar. “What do you think about your democracy?” (Demokrasiniz hakkında ne düşünüyorsun?”) diye soruyor. “Died last night” (Dün gece öldü) diyorum. Planım yok, metroya binip Eyfel’e giderken arkadaş istiyorum bugün yanımda. Bugün yalnız olmak istemiyorum. 

Sein kenarında kahvaltı etmek için seçtiğim küçük kafenin önünde Türkler var. Soruyorum, yeni mi geldiler? Türkiye’den yeni haberleri var mı? Havaalanı ne durumda? Dünden önce gelmişler, sorularıma cevapları yok ama birlikte kahvaltı ediyoruz. Ege Üniversitesi’nden üç akademisyenler. Sunum için gelmişler. Arkadaş isteğim evren tarafından geri çevrilmediği için mutlu, olan biteni düşününce hemen mutsuz oluyorum. Havaalanına gidiyorum. 

Havaalanında aynı uçağa bineceğim Türklerle hemen sohbet başlıyor. Herkes bir tuhaf hallerde, anlatması zor. Sonrası yazımın başında olduğumu söylediğim havaalanı cafesi işte. Evlenip balayına gideceğime bekar kalıp kalkışma günü saf saf müzeye, alışverişe, kiliseye, parka, alayına gittim. Hayat sen planlar yaparken olan tüm diğer şeylermiş aslında. Tek derdim evime gidip gözyaşlarımı serbest bırakmak. Güneş henüz doğmadı, ama doğacak. Mutlu sonlara olan inancımı bana hediye eden çizgi filmleri hatırlamam içindi belki de bu gezi sadece. Çok uzun oldu, okuyan herkese sevgiler, saygılar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder